Geç de Olsa Dinlediklerim 2

CEM ÖZEL – “İNİM İNİM”


Her ne kadar kapak tasarımında harflerin dizimi nedeniyle adının “Ceminim Özelinim” olduğu sanılsa da ilk bakışta (ki bunun kasıtlı yapıldığına şüphe yok), Cem Özel’in aslında “İnim İnim” adını taşıyan ilk albümü geçtiğimiz Şubat ayında yayımlandı. Albüm yayımlandığı günlerde bir de klip servis edildi müzik kanallarına ama arkası gelmedi.




Alternatif müziği yakından takip edenler Cem Özel ismini WUFİ grubundan dolayı tanıyordu esasında. 2008 yılında yayımlanan WUFİ albümünde Cem Özel, Can Saban ve Ali Rıza Şahenk’le birlikte İngilizce sözlü “electro-funk” şarkılarla, yani memlekette bırakın popüleri, alternatifte bile pek sık duymaya alışık olmadığımız bir müzik tarzının peşinde gitmekteydi. Bilen bildi sadece ama tahmin edileceği üzere pek geniş kitlelerin ilgisini çekmedi bu deneme. Sonrasında Saban ve Şahenk, Can Bonomo’nun albüm prodüksiyonuna giriştiler ve Cem Özel de o albüme hem bir bestesiyle, hem de bazı şarkıların kayıtlarında enstrümanist olarak katkıda bulundu. Ve nihayet 2012’de ilk solo albümüyle dinleyici karşısına çıktı.


Cem Özel’in biyografisinde çocukluğundan bu yana aileden gelen bir tutkuyla müzikle iç içe olduğu, çok küçük yaşlarda klavye ve gitar çalmaya başladığı yazılı.  İngiltere’de müzik prodüksiyonu eğitimi alırken bir yandan da popüler müzik çalışmaları yapmış ve Türkiye’deki profesyonel müzik yaşantısı da WUFİ ile başlamış.

On üç şarkının yer aldığı “İnim İnim” adlı bu ilk albümde bütün şarkıların söz ve müzikleri Cem Özel’e ait. Bu kadarla da kalmamış, şarkılarda duyacağınız bütün enstrümanları (davul ve perküsyon hariç) kendisi çalmış ve haliyle düzenlemeleri de kendisi yapmış. Dolayısıyla da çok içine kapanık, çok bireysel, “self-made” bir iş var albümde. Cem Özel müziğini başka hiçbir dokunuşun artı veya eksisinden etkilenmeyecek bir kapalı kutu gibi tasarlamış ve albümü de aynen öyle çıkarmış ortaya. Belki en çok da bu yüzden içine kolay girilmiyor.

Şarkılar yine “funk”, “electro-funk”, “elektro-rock” ama en çok da “physicodelic rock” sularında dolaşıyor. Neşeli ritimler, kolay kulağa yerleşen bas yürüyüşleri de var ama bir o kadar da depresif ve sofistike düzenlemeler de dinliyorsunuz. Ana temaya kolay yoldan ulaşan nota dizimleri, kendini uzaktan belli eden nakarat döngüleri ve dönüp dolaşıp aynı telden çalan tekrarlara alışkınsa kulaklarınız, Cem Özel’in şarkıları biraz yorabilir sizi.


Belki şöyle izah edilebilir; bazı filmleri izledikten sonra sadece konusu kalır aklınızda. Belki bir parça da konuyu anlatırken kullanılan ileri teknoloji ya da oyuncuların güzelliği/yakışıklılığı gibi ikonik öğeler. Oysa bazı filmlerde yönetmenin dili, üslubu, tekniği ve tüm bunları kullanırken yarattığı, sizi içine soktuğu dünya öyledir ki filmin ne konusu, ne oyuncuları, ne de başka bir şey bunun üzerine çıkar. İşte bu albüm o ikinci tür filmler gibi. Cem Özel’den bahsederken herhangi bir şarkısını bir anda mırıldanmaya başlayamazsınız kolay kolay belki ama albümün yarattığı duygu/dünya geçer içinizden. Tabii o dünyaya girebildiyseniz şayet.

Çünkü kolay değil. Dedim ya; çok kişisel. Albümü dinlerken adeta Cem Özel’in evine habersizce girmiş, ya da ne bileyim, herkesten sakladığı günlüğünü gizlice okumuş gibi oluyorsunuz. Buna karşın odaların kapıları ya da günlüğün sayfaları kolay açılmıyor. Her bir şarkı başa dönüp yeniden dinlenilmeyi, her bir şarkı sözü satır satır okunmayı istiyor. Yani biraz sabır, biraz da dikkat. Sonrasında evine habersizce girdiğiniz/günlüğünü gizlice okuduğunuz bu genç adamla ahbap olmanız, hatta dertleşmeye başlamanız işten bile değil.


“İnim İnim”den sonra diğer şarkılara kıyasla kulağa daha kolay yerleşen “İstanbul”a klip çekilmesi, albümün yürümesi açısından faydalı olacaktır. Ama daha derine inmek isterseniz size özellikle “Beni Sar” ve “Yasakmış Bu Bana”yı dinlemenizi tavsiye edebilirim.

ZIMBA –“ KARAMSAR OLMAMAK LAZIM”


Murat Arda, Orbay Balıkpınar, Doğuş Sezgin Çölok ve Gökçe Çağatay’dan kurulu Zımba’nın müzik yolculuğu 2007 yılında, Bursa’da başlamış. O günlerde beş kişi olan grup, Bursa’da çeşitli mekânlarda sahneye çıkarak şehrin popüler gruplarından biri haline gelmişler. 2010 yılında gruptan bir kişi ayrılmış ve Zımba bugünkü kadrosuyla albüm çalışmalarına başlamış. Tabii ki albüm prodüksiyonlarının başkenti İstanbul’a gelmişler ve Erhan Toraman’ın prodüktörlüğünde, Uğur Onatkut’un aranjörlüğünde dört şarkı kaydetmişler. Geçtiğimiz Mart ayında piyasaya sürülen ve “Karamsar Olmamak Lazım” adını taşıyan “maxi-single”ın hikâyesi kısaca böyle.

En büyüğü 1980, en küçüğü ise 1985 doğumlu grup üyelerinin müzikal geçmişleri de iki binli yılların başlarına denk geliyor. Yani neresinden baksanız henüz yolun çok başında bir grup var karşımızda. Üstelik İstanbul müzik piyasasının rahle-i tedrisinden geçmemiş, başka bir deyişle kurtlar sofrasında hiç yemeğe oturmamış bir grup. Bu yüzden işleri emsallerine göre biraz daha zor. Ne ki bir taraftan da Ankara, İstanbul, İzmir ve Adana dışından da bu tarz grupların, işlerin çıkabilmesi Zımba ve benzerlerinin başarısına bağlı. Sadece bu nedenle bile desteklenmeyi hak ediyorlar. Zira her sektörde olduğu gibi müzikte de tekelleşme ya da çeteleşme (nasıl tanımlarsanız artık) beraberinde adam kayırma, dışarıdan adam almama, kendinden olmayana hak tanımama ve bir süre sonra kendi çemberinin içinde dönüp durma gibi fena sonuçlar doğuruyor. Bundandır ki, çemberin dışından çıkıp gelebilene kapılarımız ardına kadar açık.


“Maxi-single”da yer alan şarkıların dördü de grup elemanları tarafından yazılmış şarkılar. Düzenlemelerde ise grup elemanlarının yanı sıra, Yüksek Sadakat’ten tanıdığımız Uğur Onatkut var. Onatkut gibi hem stüdyo hem de sahne tecrübesi olan bir müzisyen, grup için önemli bir avantaj olmuş ve ortaya temiz bir iş çıkmış.

Grubun romantik, sakin hatta “pop-rock” olarak tanımlanabilecek bir tarzı var. “Karamsar Olmamak Lazım” gibi akıllıca bir sloganla çıktıkları yolda “Âşık Oldum”la daha da ivme kazanmaları muhtemel. Diğer iki şarkı, “Bu Son Çaresizliğim” ve “Kaybolup Gidelim” ise ağdalı, acılı değil ama eli yüzü düzgün, tadında bir duygusallıkta “soft-rock” şarkıları sevenleri memnun edecek nitelikte.


Ana akım “rock” müziğe daha yakın durmaları ve muhakkak ki tanıtım başarısının da etkisiyle, ilk albümünü piyasaya çıkaran bir “rock” grubu olarak medyada bahis konusu edilmeyi başaran Zımba’nın daha geniş kitlelere ulaşmasında ilk kliplerinin ve albüm görselinin olumsuz rol oynadığını düşünüyorum. Animasyon tekniğiyle yapılan klip, “Karamsar Olmamak Lazım” önermesinin tam aksine, karanlık ve soluk renkli bir masal dünyasında geçiyor. Bilmiyorum kasıtlı mı yapıldı ama animasyonlar teknik olarak epeyce amatör duruyor. Belli ki iyi bir fikir, hayal edildiği gibi sonuç vermemiş montaj masasında. İyi bir animasyonun epeyce pahalı bir prodüksiyon gerektirdiği de bir gerçek tabii.


Albüm görselinde de benzer bir sıkıntı var. Özellikle klipten alıntılanan kapak resmi, yazı karakterleri ve bütün kartonetin tasarımı ne yazık ki göze profesyonel görünmüyor. Bunun da ötesinde albümün içeriği ve grubun müziği hakkında da hiç ipucu vermiyor ya da daha doğrusu yanlış ipucu veriyor. Ben kendi adıma, ilk gördüğümde bir “rap” albümü zannettim mesela. Ben olsam “Karamsar Olmamak Lazım” gibi bir sloganı, daha renkli, daha aydınlık, daha iç acıcı bir görselle pazarlamayı düşünürdüm.


Kabul edilebilir ve elbette telafi edilebilir bu hataları bir yana koyarsak, Zımba’nın bu “maxi-single”la iyi bir başlangıç yaptığını söyleyebiliriz. Bir dinleyin, kulağınızda bulunsun.

TENEKE TRAMPET – “İZİN VERME”


Teneke Trampet’in bir araya gelişi, doksanlı yıllara, grup üyelerinin lise çağlarına dayanıyor. Oğuz Tarihmen ve Cem Pulathaneli, Alman Lisesinde okurken ortak paydalarının şarkı yazmak olduğunu fark edip birlikte müzik yapmaya başlamışlar. Üniversite yıllarında ise aralarına Barış Tuncer de katılmış. Her üçü de şarkı yazarı olan üç müzisyen, bir yandan eğitimlerine devam ederken, bir yandan da fırsat buldukça birlikte müzik yapmaya devam etmişler. Kimi zaman sokaklarda, kimi zaman küçük kafelerde sınırlı sayıda dinleyiciye, ama hep büyük bir titizlik ve ciddiyetle, kendi şarkılarını çalıp söyleyerek deneyim kazanmışlar.

Grubun adı ise Alman yazar Gunther Grass’in daha sonra filme de alınan Teneke Trampet (Die Blechtrommel) romanından esinlenmeyle konulmuş. Roman kahramanı Oskar henüz üç yaşındayken, etrafında gözlemlediği yetişkinlerin mutsuz ve karanlık dünyasına bir tepki olarak büyümemeye karar verir. Bu direniş sonucu sahiden de çocuk kalır ve büyümez. Doğum gününde kendisine hediye edilen teneke trampeti, öfkelendiği, kızdığı her durumda çalmaya başlamakta, tiz sesiyle çığlıklar atarak etrafta ne varsa kırıp dökmekte ve yaşadığı dünyaya tepkisini böyle göstermektedir.


Grup üyeleri de yer yer protest öğeler barındıran müziklerini ve yaşadıkları toplumda hem müzisyen hem de birer birey olarak duruşlarını en iyi anlatacağına inandıkları Teneke Trampet metaforunu kendilerine isim olarak seçmişler. Nitekim onları ta başından bu yana şarkılarıyla olduğu kadar aktivist yönleriyle de tanıyanların sayısı az değil.

Teneke Trampet birkaç eleman değişikliğinden sonra 2006 yılında bugünkü halini almış. Grubun kurucusu üç ismin yanında bugün Egemen Özaltınkol ve Bilal Bekar da var. Daha önce kaydettikleri bazı şarkıları internet ortamında dinlenilebilen Teneke Trampet’in geçtiğimiz Mart ayında piyasaya sürülen ilk albümleri “İzin Verme” adını taşıyor.

Grubun müziğini tanımlamak için “rock” ancak bir üst başlık olarak kullanılabilir. İçinde zaman zaman “reggae”, bazen “blues”, oradan caz ve beklenmedik bir şekilde farklı etnik öğelerin bulunduğu zengin bir müzik demek daha doğru olur ki onlar da zaten bu nedenle olsa gerek, kısaca “Teneke Trampet müziği” tanımını kullanmayı tercih ediyorlar.


Mesela pek “rock” albümlerinde duymaya alışık olmadığımız enstrümanlar; mandolin, kemençe, buzuki, Gürcülerin etnik sazları panduri ve salamuri geçiyor bazı şarkıların içinden. Şarkı sözleri deseniz, yine Türkçe “rock” müzikte sıklıkla tercih edilmeyen edebi göndermeler, politik dokundurmalar ve belirli bir entelektüel birikimden süzülüp geldiği çok belli ağır cümleler var. Müziğiyle çok eğlenmeyi ya da romantizm deryasına dalmayı ya da olur a salya sümük ağlamayı düşündüğünüz “rock” gruplarından değil Teneke Trampet. Tam tersine albüm 13 şarkılık kalın bir kitap gibi. Hem müzikal hem de sözel anlamda kafa yoran, içi dolu, çok yoğun, konsantre bir iş.

Grubun özelliklerinden biri de üç üyesinin birden şarkı yazarı olması. Bunun grup içi dengelere şöyle bir yansıması olmuş; her şarkı yazarı kendi şarkısının solisti. Yani Teneke Trampet’te bir tek solist yok. Buna karşın şarkıların nihai hallerinde bütün grup üyelerinin dokunuşu olduğu için altlarına tek tek söz yazarı ve besteci isimlerini yazmamış, bütün şarkıları ortak sahiplenmişler.  


Albüme adını veren şarkı, son sırada yer almasına rağmen, ilk klip için seçilen şarkı oldu. “Biz bu şarkıyla şarkılarımızın sesini kısmak isteyenlere izin vermeyeceğimizi ilan ediyoruz,” diyorlar kartonet yazısında. Bütün albümün de ana teması bu zaten. Sanatın en güçlü muhalif olduğunu ve politikanın yapamadığını çoğu zaman sanatın yapabildiğini hatırlatıyor bu şarkı ve bu da özellikle bu ülkenin içinden geçmekte olduğu karanlık çağın ötesine ait umudumuzu saklı tutabilmenin yolunu gösteriyor adeta bize. Şarkıda Pontus Rumcasından Zazacaya dek farklı etnik dillerde vokaller kullanıldığını ve bu vokalleri Janet, Jak Esim, Harun Tekin, Sumru Ağıryürüyen gibi isimlerin seslendirdiğini de söylemeden geçmemek lazım.


Özellikle yetmişler Anadolu popuna çok yakın duran, adeta Cem Karaca’nın izinden giden “Erzincan 1939”, “senfonik-rock” etkisindeki yapısıyla albümdeki dikkat çekici şarkılardan bir diğeri. Akılda kalıcı melodik yapısı ve çarpıcı sözleriyle “Doğmak Zorunda”, dinleyiciyle kolay buluşabilecek şarkılardan biri olarak ön plana çıkıyor. Rafael Alberti ve Garcia Lorca’nın şiirlerinden kolaj yapılmış sözleriyle “Vatan Hainleri” adeta bugünün Türkiye’sini anlatıyor. “Telkin” müzikal bir şölen gibi, “Bahar Gelmiş” ise albümün en “light” şarkısı.

Aysel Gürel, Attila Atasoy için yazdığı “Zaman Meyhanesi”nde “Ben billur kahkahalar çizerim zamana,” demişti. Teneke Trampet de “Kahkaha”da, “Buğulu kahkahalar çizerdim camlara” diye başlıyor söze. “Kahkaha” ve “Okulun Bahçesinde” albümde aynı duyarlılıkların izini süren, kan kardeşi şarkılar. “İşçilerin Sesleri” belirgin bir Bulutsuzluk Özlemi rüzgârı estiriyor. “Burma” ve “Ölü Çiçekler” ise melodik yürüyüşleri ve etkili sözleriyle ilk dinleyişte dikkat çekiyor.


Albümün kartonet tasarımı da son derece güzel. Bir “sözcük avı” kompozisyonunda tasarlanan kapakta, tablo içerisinde gizlenmiş 13 sözcük var ve her biri albümün adıyla yan yana getirildiğinde, grubun politik tavrını da özetliyor. Mesela “din sömürüsü”. Diğerlerini saymayacağım ki albümü satın alacaklar için tadı kaçmasın.

“İzin Verme” Türkçe “rock” tarihinin 2012 sayfasında altı çizili olarak kalacak albümlerinden biri olacak. Belki kısa vadede kolay algılanmayacaktır ama uzun vadede kalıcı olacağına şüphe yok.

AĞUSTOS 2012

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder