Yapraklar Düşerken

(FİKRET ŞENEŞ, EROL BÜYÜKBURÇ VE MÜZEYYEN SENAR’IN ARDINDAN…)


Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tıpkı yattığı yerden gördüğü tek manzara olan ağacın son yaprağının düşeceği gün öleceğine inanan hasta kızın hikâyesindeki gibi. Son yaprak düştüğünde ölür müyüz bilmiyorum ama o ağaç bir daha hiç yeşermeyecek.


Bir kadın çıkıp tüm hayatını adadığı aşkına, tek bir adama, 40 yıl boyunca tüm ülkenin diline düşecek şarkı sözleri yazmayacak mesela. “Korkma bu akşam gelip çalmam kapını,” demeyecek. Biz o şarkıları tekrar tekrar dinlediğimizde, “Ne aşkmış be!” diyeceğiz sadece. Ne öyle aşklar görecek, yaşayacak, ne de öyle cümleler kurabileceğiz… Türkçemiz yetmeyecek her şeyden önce. Sonra da ifade kabiliyetimiz… Bir daha öyle bir kadın gelmeyecek.


Bir adam sadece “playback” yaparak iki şarkıyla dinleyici karşısına çıkacağı gece, pantolonun ütüsü bozulup da dinleyiciye saygısızlık olmasın diye, sahneye çıkacağı son dakikaya kadar otel odasında hiç oturmadan, ayakta dolaşmayacak. Kendinden on yaş küçüğün de, kırk yaş küçüğün de gözünün içine sevgiyle bakıp, “Güzel dostum,” diye hitap etmeyecek bir daha… Bir daha öyle bir adam gelmeyecek.


Hiçbir şarkıcı, bestecisinin karşısında uduyla bir defada çalıp söylediği şarkıyı ezberine alıp, kendi ruhunun, kalbinin, dilinin ve sesinin imbiğinden geçirip damıtarak tekrar söylemeyecek bestecisine. Kimse yemek yerken çatalını, bıçağını bırakıp, soluğunu tutup, gözlerini, kulaklarını alamamacasına dinlemeyecek hiçbir şarkıcıyı. Bir daha öyle bir şarkıcı gelmeyecek.


Fikret Şeneş’le hastalığının onu henüz elden ayaktan düşürmediği günlerde tanışmış, birkaç kez evine gidip gelmiş, oturup uzun uzun sohbet etme şansını yakalamıştım. Hayran olmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz böylesi insanlarla tanışınca… Ya da ben yapamıyorum. Karşımdakinin bilgisi, görgüsü, kültürü, birikimi, her söylediğine, her anlattığına, her haline, tavrına sinmiş o derin bilgelik ve nezaket karşısında kendimi sıradan hissediyor, bu sıradanlığımı ele verecek bir pot kırmaktan, mahçup olmaktan korkuyorum. Yine de “Ne alabilirim, ne öğrenebilirim,” diye dinliyor, gözlüyor, izliyorum, bir yandan yıllardır yazdıklarıyla hayatımda bıraktığı izleri tek tek hatırlar ve haliyle hayranlığımı katlar, mucizelere inanırken.


Erol Büyükburç’la 2000’lerden bu yana defalarca bir araya geldik. Birlikte işler de yaptık. Ürkerdim ben ondan biraz. Çekinirdim diyelim ya da. Tıpkı Fikret Şeneş gibi o da sanki başka bir dünyanın, başka bir ülkenin insanı gibiydi. O yaşında, hiç körelmemiş o hafıza, o zekâ ve eskiyen bedenine inat eksilmemiş o enerjisi, insanüstü gelirdi bana bir yanıyla. Bunu yüzüne karşı söylemek iyi bir şey miydi, onu da bilmiyordum. Kabalık gibi de gelebilirdi. Narin, hassas, kırılgan, nadide biblolar gibiydiler onlar benim için. Elimi sürersem kırılacaklardı sanki.


En çok da Erol Ebi benim bilmediğimi varsayarak bana zamanında neler neler yaptığını anlatırken burkulurdu içim. Ne çok ihtiyacı vardı anlatmaya. Onu çoktan bir kenara itmiş, unutmuş, listeden nedense çıkarmışlara inat, ne çok kendini ifade etmek derdindeydi.   


Müzeyyen Senar’ı ise hiç tanımadım. Ama dedem demekti benim için Müzeyyen Senar. Dedemin plakları, rakı sofraları, anason kokulu, sigara dumanlı ‘70’li yıllar Üsküdar gecelerinin sesi, sedası demekti. Çocukken nasılsa aklıma yerleşmiş, birilerinin hiç yaşlanmayacağına, hiç ölmeyeceğine dair inancımın kalesi, belki de sebebiydi. Ben çocukken de yaşlıydı çünkü Müzeyyen Senar, ben yavaş yavaş yaşlanırken de… O değişmezdi. Ölmezdi de. O ölürse çocukluğum ölürdü, ‘70’li yıllar ölürdü, Üsküdar ölürdü…  



Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Yapraklar birer birer düşerken… Yerine yeni yeşil yaprakların açmayacağını bilmek canıma dokunuyor. Yutkunuyorum… Şarkılar da yalan söylüyor bazen. Geçmiş de tükeniyor. Ve hayat her zaman yenilemiyor bizleri…

MART 2015 

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder