"SEÇİCİLİK DİNLEYİCİNİN LÜTFU"
(Milliyet Sanat dergisi Kasım 2016 sayısında ve 13 Kasım 2016 tarihli Milliyet gazetesi Pazar ilavesinde yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj, dergi ve gazetede yayımlanmamış bölümleri de kapsamaktadır.)
“Müzik en çok akıl sağlığımız için lazım ve bugünlerde tam
da bu yüzden müziğe her zamankinden çok ihtiyacımız var,”diyor Aşkın Nur Yengi.
Henüz 13 yaşındayken Sezen Aksu’ya vokal yaparak profesyonel müzik hayatına
başlayan Yengi, 1990 yılında yayınlanan ilk albümü “Sevgiliye” ile Türk pop
müziğinde yeni bir dönemin açılışını yapmıştı. Aşkın Nur Yengi’nin on birinci
stüdyo albümü “Aşk’tan Olsa Gerek”, Sony Müzik etiketiyle raflarda yerini aldı.
Hayranlarının uzun süredir beklediği bu mini albümde beş yeni şarkı yer alıyor.
YAVUZ HAKAN TOK: Bir
önceki albümle bu albümün arası neden bu kadar açıldı?
AŞKIN NUR YENGİ: Yaptığımız iş artık hiç kolay değil. Bu
albümün hazırlık sürecinde benim seçiciliğim de belki biraz işi uzattı ama bir
de ben daha önce hiç karşılaşmadığım şeylerle karşılaştım bir taraftan. Bunu
özellikle besteciler ve aranjörler açısından söylüyorum. Artık müzik yapmaktan
ziyade ticaret yapılmaya başlanmış, o birlikte çalışma, üretme ruhu kaybolmuş.
Eskiden 6 ay bir süre verilir, 10 şarkı seçilir, stüdyoya girilir, çalınır,
okunur, biterdi. Öyle bir şey yok artık. Ben oralardan geldiğim için bu yeni
düzen bana tuhaf geliyor.
YHT: Aşkın Nur
Yengi’ye mahsus bir mükemmeliyetçilikten söz edebilir miyiz?
AN: Estağfurullah, öyle iddialı cümleler kurmayı sevmem ama
bu kadar yıllık mesleki tecrübeden sonra insan biraz seçici ve ilkeli olmalı
diye düşünüyorum. O yüzden ince eleyip sık dokuyarak gidiyorum. Bu işin
laboratuvar bölümüne ben her zaman dikkat ettim ama eskiden kolaylaştırıcı
unsurlar vardı hayatımda; Sezen Abla vardı Onno Abi vardı. O dönemdeki iyi
aranjör ve müzisyenler işi kolaylaştırıyorlardı. Şimdi ticari bir yaklaşım var.
Aranjöre şarkıyı götürüyorsun, ben bunu sevdim ya da sevmedim bile demiyor, ne
verirsen onu yapıyor. O, parasını kazanmaya bakıyor. Yeni bir “sound” yok, yeni
bir şey yaratmıyor. Bunları dengeleye dengeleye, ayıklaya ayıklaya ilerledim. Biri
çıkıp diyebilir ki “Ben bu beş şarkıyı beş günde yapardım,” o ayrı. Ama ben
içime sinsin istedim.
YHT: Albümde 10 değil
de 5 şarkı olması da bundan olsa gerek?
AN: Artık 10 şarkı para etmiyor. Müzik ticari anlamda bu
boyuta geldi. Eskiden 10 şarkı da sevip dinleniyordu, radyolar çalıyordu. Şimdi
bir tek şarkı üzerinden gidiliyor ve albüm matematiği bozuluyor mecburen. Zaten
büyük paralar harcanıyor, 10 şarkı yapıp çoğunu çöpe atmak da var. Bu 5 şarkı
biter, bir 5 daha yapılır ya da tek şarkı yapılır. Zaten artık dijital
mecralardan dinleniyor şarkılar. Albümler sadece arşivciler için basılıyor.
YHT: Albümün künyesine
şöyle bir bakınca… Erdem Kınay dışındakiler daha önce hiç birlikte
çalışmadığınız isimler. Soner Sarıkabadayı, Gökhan Tepe, Ayla Çelik, Erhan
Bayrak…
AN: Soner’in farklı bir müzikal yapısı, tarzı var. “Altın
Kaplama” benim için de farklı bir şarkı ama artık gençlerin dinlediği müzik de
farklı. Aranjör olarak Erdem Kınay’ı da Soner seçti ki bence bir bestecinin
şarkısının aranjörünü de kendisi seçmesi lazım. Soner bütün profesyonelliğinde
işe sonuna kadar sahip çıktı. Ben o mesleki ahlaktan geldim ve hep öyle
yaşadım. Doğal olarak da kendim gibi birilerini arıyorum hep. “Verdim, imzasını
attım, paramı aldım” da diyebilir ama hiç öyle bir şey yapmadı. Aslan gibi
arkasında durdu şarkısının ve sonuna kadar da takip etti.
Keza Erhan Bayrak da
öyle. İşine son derece sadık, çok dakik, gerçekten üzerinde düşünerek,
profesyonel bir yaklaşımla çalışıyor. Ayla zaten sözle, kalemle, kağıtla
ilişkisi kuvvetli bir kadın olduğu için, şarkılarında günün ve hayatın içini
yazdığı için zaten iyi bildiğim, takip ettiğim bir müzisyendi. Biz çok geç
kalmışız onunla tanışmak için, öyle hissediyorum. “Elin Oğlu”nu bana
dinlettiğinde hüngür hüngür ağladım. Ayla her yeni çıkan şarkısını bana
getirdi, dinletti, canla başla uğraştı bu albüm için. Gökhan Tepe ki benim
konservatuardan sınıf arkadaşımdır, ona keza. Her birine ayrı ayrı teşekkür
ediyorum.
YHT: Çıkış şarkısı
olarak “Altın Kaplama”yı seçtiniz. Albümü ilk dinleyişte benim favorim ise “Elin
Oğlu” oldu ne yalan söyleyeyim.
AN: Benim de öyle ama dinlettiğimiz radyocular ve bu işi
bilen kişiler çıkış için “Altın Kaplama”nın daha doğru olacağını söylediler.
Bir önceki albümde ben kendi istediğim şarkıyla çıktım, beni yansıtıyor diye
düşündüğüm şarkıda yanıldım ne yazık ki. Bu yanılma payı hep var aslında ama
radyocuların sağduyusuna da güvenmek gerekiyor çünkü gece gündüz bu işin içindeler.
Sahneye hangi şarkıyla çıkılacağını ben bilirim ama piyasaya nasıl çıkılacağını
onlar daha iyi biliyorlar. Biraz da şimdiki jenerasyonu yakalayabilmek adına da
onlara güvendim.
YHT: Şu an pop müzik
piyasasında gündemde olan işlere bakınca… Kolay kolay iyi şarkı çıkmıyor ama
iyi şarkıcı da çıkmıyor artık sanki.
AN: O bizim suçumuz değil ki. Şarkı söylemeye, bu işleri
yapmaya herkesin hakkı var ama seçici olmak dinleyicinin lütfu. O insanı
dinliyorlarsa, seviyorlarsa bir yere getirdilerse bunda o insanın bir suçu yok
ki. Arz talep meselesi. Ben bir dinleyici olarak Türkiye’de çıkan her albümü
alıp dinlemiyorum ki; sevdiğim, seçtiğim isimlerin albümlerini alıyorum. Aynı
şey herhangi bir dinleyici için de geçerli. Ortaya ne konulursa herkes aldı.
Dolayısıyla o eleştirdiğimiz insanlar da müzik yapmaya devam etti. Ne oldu?
Sektör öyle bir yere geldi ki besteci ve söz yazarları da ona da şarkı satayım
buna da şarkı satayım demeye başladı. Ortaya tamamen elektronik ‘sound’a
dayalı, sözleri hayatımıza hiç dokunmayan “fastfood” müzik dediğimiz şey çıktı.
O kötü bir şey mi? Hayır. Ani durumlar için toparlayıcı bir şey. Ama şahsen
benim derinlerimi dürten değil bir şey değil. Ben hâlâ sahnede ‘90’ların
ekmeğini yiyorum. O şarkıları, o duyguları özlüyor çünkü insanlar. Ben de
özlüyorum. Yağmur yağdığında arabaya atlayıp saatlerce bir albümü dinlediğimiz
o günler nerede şimdi? Yok öyle bir şey.
Ama olmalı. Bunu ancak insanlar koruyabilir. Piyasadan bunu
bekleyemeyiz. Tıpkı bizim çocuklarımıza kendi ahlakımızı öğretmemiz gibi.
Kendinden büyük birinin önünde bacak bacak üstüne atmamak, insanlara “Nasılsınız
iyi misiniz?” diye sormak gibi şeyleri nasıl öğretiyoruz çocuklarımıza. Aynı bu
ahlaki yapı gibi müziğin de bir ahlakı var. Dinleyicinin onu bırakmaması lazım.
Bırakınca böyle oluyor işte. Nasıl hâlâ ölümümün üzerinden bunca sene geçmesine
rağmen Zeki Müren şarkıları dinliyor, söylüyoruz. Onun gibi bir şey. Dinleyicinin
kıymetli bulduğu müzikal değerleri bir kenara atmaması lazım, zaman ne kadar
değişirse değişsin.
YHT: Giderek daha mı
zorlaşıyor müzik yapmak?
AN: Aynen öyle. Ve manipüle edenler de. Yani radyolar ve
müzik kanalları. Televizyon kanallarında müzik programı yok. Korkunç bir şey
değil mi bu? Şimdi ben evlilik programına mı çıkıp şarkı söyleyeyim? Hadi gideyim söyleyeyim de amaca uygun bir
yer, bir iş değil ki o. Onu seven sevsin, dursun ama müzik seyircisi yok,
reytingi yok. E nerede çıkacak bu şarkılar? Dizilerin altına veriyoruz artık şarkıları.
Kaç tane dizide benim şarkılarım çalıyor, bana telif ödememek için başka
birilerine söyletiyorlar şarkılarımı.
YHT: Sizin
jenerasyondan sonra 2000’lerde başka bir jenerasyon pop müziğe hâkim oldu. Şöyle
bir dışarıdan bakınca “Meydanı çok boş bıraktım,” diye düşündüğünüz oluyor mu?
AN: Hiç öyle bir şey hissetmiyorum çünkü herkesin yeri
bambaşka. Ne onlar benim olduğum yerde olabilir ne de ben onların olduğu yere
dönebilirim. Şu an benim sahneye çıktığım yerlere gelenler benim jenerasyonumdan,
40’lı yaşlarındaki insanlar. Birlikte büyümüşüz. Onlar üniversiteye giderken
ben sahnedeymişim. Böyle düşününce hiç de bir kayıp yok ortada. O insanlar da
bugünün müziğini dinlemeyi sevmiyorlar çünkü. Yeri geliyor ben de dinliyorum o
şarkıları, gittiğim bir yerde çalınırsa, çocuğum dinlemek isterse… Öyle hiç
hasetliğim, kıskançlığım olmadı hayatımda. Belki de bendeki en büyük eksiklik
oydu.
YHT: Ama insan yine de
dert etmez mi kimler kimler gündem teşkil ediyor da ben duruyorum diye?
AN: O gündemler şarkıcılıklarla ilgili, mesleki gündem mi?
Hayır. Yani ben gece yatarken “Yarın mutlaka gazetelerde olmalıyım, bir gündem
yaratmalıyım,” diyecek bir kadına benziyor muyum? Ne hayat duruşum öyle, ne de müzikal
ahlakım. Ben yaptığım işle anılarak, sağlıklı bir zeminde var olmak
derdindeyim. Başarılı olurum veya olmam o ayrı. Eleştirilebilir de yaptıklarım.
Başarısız olmakta da bir tuhaflık yok ayrıca. Aklı başında insanların bunu
karşılama biçimi budur hayatta. Ama bir tık daha hırsım olmasını isterdim. Bunu
çok sordum kendime. Olmayınca olmuyor, yapacak bir şey yok. Mesela stüdyoda bir
şarkıyı okuyorum, dinliyorum, “Yok ben bunu bir daha okuyayım,” diyorum. Sonra
bir daha, bir daha. Ya da beş sene önce çıkardığım bir albümü dinliyorum, “Keşke
şunun şurasını şöyle söyleseymişim,” diyorum. Bu konularda kendimde hırs
görüyorum. Bunlar bana hangi alanda fayda sağlıyor? Tartışılır.
YHT: Çocuk denecek
yaşta profesyonel müzik dünyasının içine girdiniz. “Gençliğimi yaşayamadım,”
diye hayıflanır mısınız zaman zaman?
AN: Bazen evet. Okul sabah sekiz buçukta başlıyordu. Evden
okula dört vesait değiştirerek gidiyordum.
Erenköy’de oturuyorum, Nişantaşı’na okula gidiyorum. Akşam yedi buçukta
okuldan çıkıyordum doğru Sezen Abla’nın evine. O zamanlar haftanın hemen her
günü çalışıyorduk, şimdiki gibi değildi biliyorsunuz. Hazırlanıyoruz, mekâna
gidiyoruz, saç makyaj, çık sahneye vokalini yap. Saat iki- iki buçuk oluyor,
eve gidiyorum. Dört saatlik uykuyla sabaha yine kalkıyorum okula gidiyorum. On
sene böyle geçti neredeyse.
Bir şeyleri öğrenmek, altın bilezik takmak adına bu
tecrübe çok iyiydi benim için ama bir yandan da çok büyük yorgunluk ve kayıp
oldu tabii. Arkadaşlarım bir yerlere gezmelere giderken ben hep bir işlerin
peşinde koşmuşum. Ama işte hayat kolay bir şey değil. Tek başına yetenek
insanın önünü çok fazla açmıyor, bir yerlerde tıkanıyorsun ama çıraklıktan
ustalığa kadar gelmek insana insan olarak bir şeyler katıyor her şeyden önce.
Dün başlayıp çok ünlü olup benden daha çok para kazanan insanlar var. Çoğu da
öyle belki ama etkisi ne kadar sürüyor? Ben ‘90 yılından 2016 yılına gelmişsem
ve hâlâ ayakta alkışlanıyorsam, kayıp olan bir şeylerin karşılığını da almışım
demektir.
YHT: 90’ların başında
pop müziğin gidişatını değiştiren albümlerden biri oldu “Sevgiliye”. Ben çok
iyi hatırlıyorum, her yerde ama her yerde o albümün şarkıları çalınırdı.
AN: Henüz radyolar yeni yeni, televizyonda az kanal var.
Dijital mecralar yok. İnsanlar kaset alıp dinleme ihtiyacı hissediyorlar.
Kulaktan kulağa yayılıyor, çığ gibi büyüyor. “Yeni bir kız çıkmış, şarkıları
çok güzel, çok enteresan.” Sonra üç buçuk milyon satış ve herkesin evinde bir
Aşkın Nur Yengi kaseti... Şimdi her şey o kadar elimizin altında ki insanlar
albüm almanın bir manası olmadığını düşünüyorlar. Halbuki ben arşivciyimdir.
Sevdiğim insanların, sevdiğim müzik tarzının albümlerini alır, saklarım. Bugün
ben dinlerim, yarın kızım dinleyebilir. Belki de ileride arasak da
bulmayacağımız bir şey olarak kalacak hayatımızda albümler. O yüzden ben CD
alırım. Bakarım, hangi enstrümanlar var, kimler çalmış, şarkıcının saçını kim
yapmış, makyajını kim yapmışa varıncaya kadar. Bir şekilde o albümü hayatımın
içine sokarım.
YHT: Nasıl bir şeydi daha
o yaşlarda Onno Tunç, Sezen Aksu gibi isimlerle bir arada olmak?
AN: Ben ilkokuldan sonra konservatuara girdim. Konservatuarda
zaten bu işin kuyusunun dibindesin zaten ve ancak tırnaklarınla kazıya kazıya
çıkabilirsin. 11 yıl süren koca bir okul, kolay değil. Çellisttim, hem doğu hem
de batı müziği eğitimi alıyordum. Armoni öğreniyordum. Ablamın Sezen Abla ile
çalışıyor olması bana bir kapı açtı. Ama o kimlikler beni çok etkilemedi ilk
başta. Daha doğrusu varlıklarından çok müzikal donanımları idi beni
ilgilendiren. Odasının duvarlarına birilerinin posterlerini yapıştıran bir
çocuk olmamıştım zaten hiçbir zaman. Daha kendine has, daha farklı ilkeleri
olan bir çocuktum. Tabii sonra tanıdıkça, gördükçe, öğrendikçe daha başka bir
hayranlık oluştu, bir aile ve evlat ilişkisi başladı.
Şimdi Aleyna (Tilki) diye bir kız çocuğunun 16 yaşında
sahneye çıkması tartışılıyormuş, geçenlerde haberim oldu. O yıllarda beni yasal
olarak durdurdular mesela. Sibel Can’la benim resmimi yan yana koyup bunlar 18
yaşından küçük, çalışma izinleri yok diye haber yaptılar. Okuldan uzaklaştırma
aldım. Disipline gittim. Şimdiki yasalarda nedir ne değildir bilmiyorum.
YHT: Sizin kızınız da
13-14 yaşında gelip bu işi yapmak istediğini söylerse izin verir misiniz peki?
AN: Çok yakın bir örnek olarak ben varım. O yüzden bazı
kısıtlamalar getirebilirim. Şimdi de zaman zaman benim program yaptığım yerlere
geliyor. Orada benim duruşum önemli. Görüyor, öğreniyor. Ona güvenirim ve
destek veririm dolayısıyla ama “Hayatı biraz yaşa ya, biraz yaşa sonra gel,”
derim herhalde. “Enstrümanını çal, bırakma,” da derim mutlaka. Şu anda piyano
çalıyor, okulda da enstrüman olarak çelloyu seçti. Çalıyor ama bir virtüöz olur
mu onu zaman gösterir. Yine de bir müzisyen için en önemli şey enstrüman çalabilmesi
bence.
YHT: Nazlı sizin
tanınan bir insan olmanızdan ne kadar etkilendi sizce? Sonuçta şöhretin yan
etkileri var, malum.
AN: Benim hayatım öyle geçmiyor. Şöhretin
insanı tırmıklayan kısımlarını ben hiçbir zaman hayatımın içine sokmadım.
Kızımla pazara da gidiyorum, alış verişe de gidiyorum, lunaparka da. Her şeyi
yaptığım için Nazlı şöhretin zararlı bir şey olmadığını düşünüyor. Ben
yaşadığım sürece, bildiğim ve gördüğüm zararlı zararsız her şeyi ona aktarmaya
devam edeceğim zaten. Tabii çağ farkı var. O konuda da kendi aklı ve hisleriyle
ilerleyecek, ona benim yapabileceğim bir şey yok. Ama ben doğruyu yanlışı
söyleyebilecek kadar bu işin içindeyim.
Benim kimliğimin ne olduğu ile ilk karşılaştığında 4 yaşında
filandı Nazlı. Birileriyle fotoğraf çektirmemden nefret ediyordu. Nazlı’nın
fotoğraflarının ortalıkta dolaşmasını istemiyorum çünkü bunu seçmek onun hakkı.
Ama o gün ağlayacak gibiydi ben de kucağıma almıştım fotoğraf çekilirken.
Benimle fotoğraf çektiren adama baktı baktı sonra pat diye bir tokat attı bana.
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yanımdaki insan hayranım, etrafta insanlar
bakıyor, bunu yapan kendi kızım. Kulağım filan çınladı yani nasıl vurduysa.
Sonra ağlamaya başladı. Düşününce çok haklı buldum. Paylaşmak istemedi beni o
anda. Durumun ne olduğunu bilmediği için… Sonra ben ona bunu anlatmaya başladım
yavaş yavaş, bizi seven insanlar gelip bizimle fotoğraf çektirirler, sen de
yavaş yavaş buna alışacaksın diye. Şimdi seviyor, sorun yok ama o ilk darbeyi
hayatım boyunca unutmayacağım.
YHT: Yine de şöhreti
takmamak pek mümkün değil sanki. Mesela geçen yaz deniz kenarında çekilmiş bikinili
fotoğraflarınızı gördüm internette. Magazine gündem verenlerden değilsiniz ama
kaçışı da yok gibi. Size bile yapıyorlarsa…
AN: Çok umursamıyorum. Tabii ki kendimce gereken önlemleri
de alıyorum çünkü bir ailem, bir çocuğum var. Şayet magazine malzeme olmayı seviyor
olsaydım, başka şeyler yapardım, 90’larda da magazin vardı ama ben hiç
bulaşmadım, o yıllardan beri de böyle sürüyor bu. İnsanlar bunu fark edecek
kadar zekiler mutlaka. Yaşamından bazı kısıtlamalar söz konusu oluyor; bu
mesleğin en çekici olmayan tarafı da bu zaten ama buna da yapacak bir şey yok.
Sonra bu meseleyle barışık yaşamaya alıştırdım kendimi. Çünkü magazinciler bir
fotoğraf çektiği zaman altına kendilerince dilediklerini yazma özgürlükleri
var. “Halka mal olmak” gibi hiçbir zaman saygı duymadığım bir anlayış söz
konusu. “Bu kişi halka mal olmuş, onun hakkında istediğimiz şeyi yazarız.” Oysa
ben bir bireyim, benim bir hayatım var. Üstelik saygın bir varlığım var çünkü
sadece işimi yapıyorum. Ben nasıl insanlara saygı gösteriyorsam onlar da bana
göstermek zorunda. Her sene yaptılar ama ben bunu yaptılar diye denize
girmekten vazgeçmeyeceğim herhalde. Kim ne yapıyorsa yapsın, çok umursamıyorum.
Sonuçta benim 30 küsur yıllık bir müzikal geçmişim var ve bu 30 yılda hakkımda
konuşulan şey selülitlerim değildi.
YHT: Peki Nazlı şimdilerde
sizin yaptığınız müzikle ilgili neler düşünüyor, söylüyor? Mesela bu albüm
için?..
AN: Albümün tüm aşamalarında yanımda olduğu için bütün
şarkıları ezbere biliyor. “Altın Kaplama”ya bayılıyor, hatta “Anne ne olur bunu
telefonuma yükle, dinlemek istiyorum,” dedi. Albüm çıkmadan olmaz diye izin
vermedim. Bozuldu bana.
YHT: Müzik artık
dijital mecralardan ve sosyal medya üzerinden pazarlanıyor ama sizin sosyal
medyayla aranız hemen hiç yok.
AN: İnternet
teknolojisiyle çok ilgilenmiyorum, bilmiyorum. Ama bir yere gidiyorum, bir
bakıyorum herkesin elinde bir telefon, kimse birbiriyle konuşmuyor. Bunlar
konserlerimize de taşındı. Tuhaf bir şeye dönüştü, ben ordayım kanlı canlı ama
bana bakmıyor, telefonuna bakıyor. O zaman sahneye de hologram koyun, ben de
gelmeyeyim bitsin gitsin. Aslında yasal olarak da bunun engellenmesi lazım.
Otuz saniyelik videoda ses kötü duyulmuş olabiliyor, oradan izleyen kişi seni
yargılayabiliyor. O gece ben orada sahneye çıkmış olabilirim ama bunu bir
mecraya kaydettiğiniz zaman yıllarca dinlenilecek izlenilecek bir kayıt almış
oluyorsunuz. Bu telif haklarına giriyor. Fotoğraf çektirmek başka bir şey; o
bir anı. Ama sen benim görüntümü orada bilmem kaç dakika kaydedip kullanıyorsan
bu hak ihlali oluyor. Bunun yasaklanması lazım. Ya da bir sınır getirilmeli. O
videolar en fazla 24 saat kalabilmeli mesela. Eskiden sahnede piyasaya çıkmamış
yeni şarkılarımızı söylerdik mesela, şimdi onu da yapamıyoruz, biri kaydedip
yayınlar diye.
YHT: Öte yandan sosyal
medya popüler müziğin pazarlandığı, tanıtıldığı bir alana da dönüştü. Birçok
meslektaşınız albümlerini/şarkılarını önce sosyal medyadan duyuruyor. İşe
yaramıyor mu sizce?
AN: Mesela Ayla Çelik bunların hiçbirini yapmamıştı ama
albüm bir çıktı, patladı. Çünkü insanların gerçekten ihtiyacı olan bir şey
vardı o albümde: duygu. Benim de ihtiyacım vardı ve iyi ki çıktı bu albüm
dedim. İnternet bu anlamda ekstra bir takım kazanımlar sağlayabilir ama
neticeye bakmak lazım. İhtiyacımız olan ne? Duygu bir şekilde ulaşıyor
insanlara.
YHT: Ekşi Sözlük’te
sizin için “Suratında yıllardır ‘hiçbirinizi takmıyorum ulan ifadesi yok mu
sizce? Bu nasıl dinginliktir anlamış değilim,’ yazmışlar. Ben sorayım o zaman;
bu nasıl dinginliktir? Bize mi öyle geliyor?
AN: Aslında tam tersi. O kadar duygusalım ki. Öyle bir şey
algılanmışsa, çok duygusal olduğum için bir çeşit feveran gibi bir enerji
çıkmış olabilir. Çünkü hayatı çok önemsiyorum, insanı önemsiyorum. Misyonum,
meselem bu. Yaptığım işin bütünü bir duygu anlatıyor. Bilmediğin bir şeyin
neyini anlatacaksın? Gözlemlemen, derinine inmen gerekiyor. Yani bir çeşit felsefi
bir durumdan bahsediyorum ama “Takmıyorum ulan!” diyebilecek bir durumum yok.
Başa çıkabileceğim sıkıntıları takmamayı kendime öğütlüyorum sadece. Bu işin
çok merkezinde olan insanların hayatlarını da görerek buralara geldiğim için
biraz gardını almış bir ifadem var istemeden oluşan. O benim kişiliğim değil,
manevi yanlışlara karşı verdiğim tepkiden oluşan bir ifade. Yoksa içim hiç öyle
değil. Mesela hiç ticaret yapmadım hayatta. Niye yapmadım? Bir çek karşılıksız
çıksa ben üzüntüden hastalanır, yatağa düşerim. Benim işim o değil. Her sanatçı
kendine bir ekstra meslek yarattı ama ben yapamadım. Benim işim duygu işi,
öteki türlü olma şansım çok yok.
YHT: Aslında çok komik
bir yanınız da var, bilenler biliyor.
AN: O benim özelim. Kendimi o şekilde ifade etmek gibi bir
niyetim olmadı. Lazım olan şey sesim ve şarkılar. Öte tarafı çok fazla arzu
ettiğim bir şey değil. Beni takip edenler o tarafımı çok iyi gördüler aslında
ama herkese kendimi anlatmak gibi bir derdim yok benim. Anlamak isteyen anlar
zaten. Ama dik duruşluyum evet. Şimdi şu albüm kapağındaki fotoğrafa bakınca
ben de görüyorum. Kendinden çok emin. O tamamen görsel bir hata belki de.
YHT: Birlikte çalıştığınız
insanlar için zor bir insan mısınız? Hani “çok kaprislidir,” derler ya bazıları
için…
AN: Onlar prensip. İşim konusunda titizim. Çok çalışan
insanım, hiç zor değilim, kıl yün tüy aramam. Bunu aslında bana değil aranjörlere
sormak lazım. “Oh be ihtiyacımız olan ses işte!” diyorlar mesela stüdyoda okuma
çabucak bitince. “Günlerce vokal kaydını düzeltmeye çalışmayacağız. Harf harf,
hece hece…” Anlatabiliyor muyum? O kadar normalim ki aslında. Tam tersi; benim
mesleğimi yapmam için bana lazım olan insanlar benden daha kaprisli şu anda inanın
bana. Tabii bazen ben de bazı laflara maruz kalıyorum ama işim gereği bazı
şeylerin de doğru gitmesini istiyorum, burada bir tuhaflık yok. Karşı taraf
bunu nasıl algılamak istiyorsa algılasın, beni bağlamıyor orası. Ben sadece
işini doğru yapmayı seven bir insanım. Müzikal anlamda da çalıştığım herkesin
işini kolaylaştırırım. “Ay ben bugün stüdyoya gelmesem, sesim çıkmıyor. Ay
şarkının şurasını bir daha okumasam, sen onu editle halledersin,” filan gibi
şeyler dediğim görülmemiştir. Bu yaşıma kadar böyle bir sanatçı olmadım. İşimle
ilgili insanlarla iyi geçiniyorum yani.
EKİM 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder