“EMİN
MİSİN? HAKKINI VEREBİLDİN Mİ?”
(Milliyet Sanat dergisi Aralık 2017 sayısında yayımlanmıştır. Aşağıda okuyacağınız röportaj, dergide yayımlanmamış bölümleri de içermektedir.)
Müzik sektörünün darboğazdan geçtiği bir dönemdi. Babamın çalıştığı gruplar sürekli dağılıyordu. İşsiz kalmıştı kısacası. Ona çok bağlı büyüdüğüm için hep gözünün içine bakardım. Üzgün gördüm onu. Gittim yanına, “Ne yapıyorsun?” dedim. “Repertuvara bakıyorum. Bir şeyler düşünüyorum. Tek başıma çalıp söylemek için teklif götüreceğim mekânlara,” dedi. O sırada da Antalya’da İngilizce şarkı söyleyen kız solist modası var. Daha birkaç gün önce bana bundan bahsetmişti babam. “Hani bana anlatmıştın ya kız solist modası var diye. E ben bütün şarkıları biliyorum, hadi gel tonlarıma bakalım,” dedim. Babama iş teklifinde bulundum yani.
Müzik sektörünün darboğazdan geçtiği bir dönemdi. Babamın çalıştığı gruplar sürekli dağılıyordu. İşsiz kalmıştı kısacası. Ona çok bağlı büyüdüğüm için hep gözünün içine bakardım. Üzgün gördüm onu. Gittim yanına, “Ne yapıyorsun?” dedim. “Repertuvara bakıyorum. Bir şeyler düşünüyorum. Tek başıma çalıp söylemek için teklif götüreceğim mekânlara,” dedi. O sırada da Antalya’da İngilizce şarkı söyleyen kız solist modası var. Daha birkaç gün önce bana bundan bahsetmişti babam. “Hani bana anlatmıştın ya kız solist modası var diye. E ben bütün şarkıları biliyorum, hadi gel tonlarıma bakalım,” dedim. Babama iş teklifinde bulundum yani.
Müzisyen bir babanın
kızı olan Burcu Güneş’in profesyonel müzik yaşamı Antalya’da, henüz çocuk
denecek yaşlarda, böyle başlamış. İlk albümünün piyasaya çıkışının üzerinden
yirmi yıl geçmesine çok az bir zaman kala “kariyerimin en özel albümü” diye
tanımladığı yeni albümü ile dinleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyor
şimdilerde. Güneş’le bu özel projesini konuşmak üzere bir araya geldik.
YAVUZ HAKAN TOK: Bir türkü albümü yapmak fikri nasıl oluştu?
BURCU GÜNEŞ: Türküler özümüz. Onlarla büyüdük. Benim için her zaman özel
ve değerliydiler zaten. Yıllardır konserlerimde, katıldığım televizyon ve radyo
programlarında ara ara Türk halk müziği eserleri de seslendirmiştim ve güzel
tepkiler almıştım. Uzun yıllardır geniş bir yelpazede, hemen hemen her tarzda
şarkılar söylüyorum. O yüzden her zaman farklı ve özel projeler yapmak fikri
vardır kafamda. Kendi pop projelerimde de denemeler yapmışımdır; genellikle de
doğu-batı sentezleri. Müzikte sınır tanımamak lazım.
BG: Öyle bir endişe duymadım. Sadece türküleri yorumlamak
açısından, acaba hakkını vererek okuyabilir miyim diye düşündüğüm oldu en
başında. Yıllar önce insanların belli acıları, bir takım zorlukları yaşarken
çok samimi bir şekilde bağırlarından kopmuş türküleri ben nasıl okursam
dinleyiciye en güzel şekilde ulaşır diye her okumadan sonra kendime dönüp
sordum: “Emin misin, hakkını verebildin mi?” Yeni bir yapacağı zaman eğer daha
baştan kendine inanmazsa insan, hiçbir şekilde o işe girmesin zaten. İnsanların
ne düşüneceği açısından değil ama kendi kariyerim açısından daha özel, daha
farklı ne yapabilirim diye düşünürken çıktı bu proje aslında. Biraz da şu anda
popun içinde bulunduğu kargaşadan dolayı farklı bir şey yapmak istedim. Beni
farklı kılacak, ayrıştıracak bir şey.
BG: Doğan Müzik adına Hasan Saltık prodüktörlüğünde Kalan Müzik
ekibiyle yaptık bu albümü. Aşık Mahsuni’den Neşet Ertaş’a büyük ozanlarımızın
türküleri var. Sabahattin Ali’nin “Kıyamadığım” şiirini Murat Karatağ
besteledi. Tarık İhtiyar’ın söz ve müziğini yazdığı “Oy Beni Vurun” türküsü
var. Selçuk Balcı’yla onun söz ve müziğini yazdığı bir Karadeniz türküsünü birlikte
okudum.
Sürpriz olarak Selda Bağcan’la bir düetimiz var. “Ervah-ı Ezelden”, “Yoh Yoh”, “Adaletin Bu mu Dünya?”, “Han Sarhoş Hancı Sarhoş” gibi sevilen türküleri farklı düzenlemeler ve kendi yorumumla seslendirdim. Aranjör olarak Engin Arslan, Ender Akay, Sunay Özgür, Onur Özçelik ve Levent Güneş’le çalıştım.
Sürpriz olarak Selda Bağcan’la bir düetimiz var. “Ervah-ı Ezelden”, “Yoh Yoh”, “Adaletin Bu mu Dünya?”, “Han Sarhoş Hancı Sarhoş” gibi sevilen türküleri farklı düzenlemeler ve kendi yorumumla seslendirdim. Aranjör olarak Engin Arslan, Ender Akay, Sunay Özgür, Onur Özçelik ve Levent Güneş’le çalıştım.
BG: Hiç görülmüş bir durum değil aslında. Türkü albümü fikri
oluşunca Neşet Ertaş’ın bir türküsünün iznini almak için Hasan Saltık’ı aradım.
Yıllar önce Neredesin Firuze filmi için “Gaip Yol” diye bir şarkı yapmıştık. O
dönem ben daha ikinci albümünü çıkarmıştım. Hasan Saltık beni arayıp “Film için
bu şarkıyı seslendirir misin?” diye sorduğunda ona verdiğim olumlu cevabı ve
yaklaşımı hiç unutmamış. “Sana bir gönül borcum var, istediğini alıp
okuyabilirsin,” dedi. Ben de işi biraz daha ileri götürüp “Projeyi birlikte
yapsak aslında çok güzel olur,” dedim. Sonra oturup konuştuk. Hiç vakti olmayan
biri aslında ama benle böyle bir işe girmek istedi.
YHT: Nasıl seçildi albümde yer alacak türküler?
BG: Öncelikle repertuvar çalışmasını yapmaya başladık. Benim
sesime gidebilecek, benim “Bu olabilir”, dediğim, bana yakın gelen türküleri
dinledik. Hasan Saltık özellikle Alevi türkülerinin sesime nasıl gideceğini merak
ediyordu. Çünkü o türkülerdeki asi ve yanık tarafın benim sesimde, tutkulu ve o
gizemi de verecek şekilde ortaya çıkacağına inanıyordu. O türkülerden bazı
seçimler yaptık. Sonra eskiden beri bilinen bazı türkülere yöneldik. Benim
Neşet Ertaş’a, Aşık Mahsuni’ye derin hayranlığım var. Onlardan türküler de
olsun istedim. Benim için çök özel ve anlamlı bir şekilde iş kendiliğinden
akmaya, gelişmeye başladı. Ben de yorumculuk anlamında yandan sadeliği
korumaya, bir yandan da insanların “Evet Burcu’nun sesi bu türkülere tam
oturmuş,” diyebilecekleri bir hale getirmeye çalıştım işi.
YHT: Selda Bağcan nasıl girdi albüme?
BG: Ortak dostlarımızdan sık sık Selda Bağcan’ın beni çok
sevdiğini, sesimi ve yorumumu beğendiğini duyardım. Çok mutlu oluyordum bunu
duydukça. Sonra bir organizatör arkadaşım bizi bir araya getirecek bir proje
önerisi yaptı. Telefon açtım, çok sıcak karşıladı Selda Abla. Oturup bir yemek
yedik. Güzel bir proje olacaktı ama tam da o yaz darbe girişimi oldu ve proje
iptal oldu. Birlikte bir şeyler yapmak bu albüme kısmet oldu.
YHT: Hikâyenin başına tekrar dönersek… İstanbul’a ilk geldiğiniz yıllarda neler görüp, neler yaşadınız? Müzik sektörünün çok hareketli olduğu bir dönemdi ve siz babanızın kanatları altından çıkıp tek başınıza tabiri cazise, “kurtlar sofrası”na oturdunuz.
BG: Bir baba aradım kendime tabii. Gerçi direkt babamın
kanatları altında uçup İstanbul’a gelmedim. Babamsız bir dönemim de oldu. Babam
yeniden evlenmişti, yeni bir hayat kurmuştu kendine. Ben de annemi çok
özlüyordum. Biraz annemi hissetmek, onun yanında yaşamak istiyordum. İzmir’e,
annemin yanına gitmiştim. Giderken de babamın İzmir’de bana önerebileceği
müzisyenleri sormuştum. Zaten Antalya’da popüler olunca İzmir’dekilerin
kulağına gitmişti. “Ali’nin kızı gelmiş,” diye beni aramaya başladılar hemen.
Zafer Çebi aradı mesela. Piyano eşliğinde caz söylediğim programlar yaptık. Yani İzmir’e gider gitmez sahne almaya başladım ama annemi ikna etmem gerekti önce tabii. Çünkü annem istemiyordu, “Okulunu oku, başka işler yap,” filan dedi önce. Sonra işi güzel ve ciddi bir şekilde yaptığımı gördü, bu yolun benim ana yolum olduğunu hissetti ve bir şey dememeye başladı. İzmir’de iki sene kadar çalıştım. Müfit Bayraşa’yla tanıştım orada, Eurovision 1997 elemelerinde finale kaldık onun bestesiyle. Şebnem Paker’in ardından ikinci olduk. Müftü Hoca’nın radyo cıngıllarını okurken stüdyo deneyimi de kazandım. Burçin Büke’yle kendi şarkılarımı ufak ufak kaydediyorduk, onları İstanbul’a yollamıştım. Marş Müzik’ten çağırdılar sonra İstanbul macerası öyle başladı. Her şey birbirine zincirleme bir şekilde bağlandı sanki. Attığım adımların hep karşılığı geldi.
Zafer Çebi aradı mesela. Piyano eşliğinde caz söylediğim programlar yaptık. Yani İzmir’e gider gitmez sahne almaya başladım ama annemi ikna etmem gerekti önce tabii. Çünkü annem istemiyordu, “Okulunu oku, başka işler yap,” filan dedi önce. Sonra işi güzel ve ciddi bir şekilde yaptığımı gördü, bu yolun benim ana yolum olduğunu hissetti ve bir şey dememeye başladı. İzmir’de iki sene kadar çalıştım. Müfit Bayraşa’yla tanıştım orada, Eurovision 1997 elemelerinde finale kaldık onun bestesiyle. Şebnem Paker’in ardından ikinci olduk. Müftü Hoca’nın radyo cıngıllarını okurken stüdyo deneyimi de kazandım. Burçin Büke’yle kendi şarkılarımı ufak ufak kaydediyorduk, onları İstanbul’a yollamıştım. Marş Müzik’ten çağırdılar sonra İstanbul macerası öyle başladı. Her şey birbirine zincirleme bir şekilde bağlandı sanki. Attığım adımların hep karşılığı geldi.
YHT: Pişman oldunuz mu hiç bu maceraya atılmaktan?
BG: Bana kalsa İzmir’e gittiğim ilk yıllarda oradaki
şartlarımdan memnundum. “Bu bana yeter,” diyebilirdim ama İstanbul’a gelmemde
Müfit Hoca’nın çok etkisi oldu. Benim çok özel olduğumu söylerdi hep ve “Burada
durma, git,” dedi. Hatta ben bu işin eğitimini almak istediğim zaman
konservatuara girmemi engelleyen de odur. “Sen şan eğitimi alacak biri
değilsin, pop ve caz üzerine kendi kendini eğitmişsin zaten, kulağınla,
duyduğunla… Etli, herkesin arayıp da bulamadığı bir sesin var, şan eğitimi bunu
bozar,” dedi. Sadece İngilizce şarkı söylemekten kaynaklı olarak artikülasyon
problemim vardı, “Biraz Türkçe dersi vereyim ben sana,” dedi. Onu biraz
oturttu. Solfej dersi verdi. Yani benim itekleyen gücüm, İzmir’deki babam da
Müfit Bayraşa olmuştur. Ama İstanbul’a geldikten sonra burada hiç “baba”
olmadığını fark ettim. Burada herkes sahte “baba”. Önce güveni sağlıyor, sonra
bir bakıyorsun çıkar anlamında, ticari anlamda o güveni kendine dönük olarak
kullanıyor. Biraz geç oldu ama acı tecrübelerle anladım.
YHT: İşinde titiz ve kontrolü elinde tutmayı tercih eden biri olduğunuz belli. Hep böyle miydiniz, sonradan mı gelişti bu refleks?
BG: Hep böyleydim. Daha doğrusu böyle biri olduğumu fark ettim.
İlk albümde Garo Mafyan’la çalıştım mesela. Çok dediğim dedik birisidir, çok
büyük starlarla çalışır ama yeri gelir onların dediklerini bile umursamaz.
Benim o zamanlar çok sâfiyane bir şekilde söylediğim bazı şeyleri, istekleri
mutlaka dikkate aldı ama tabii her şeyiyle çok fazla dokunabildiğim bir albüm
olmadı o. Prodüktör Koral Sarıtaş’ın “altın makas” dediğim çok ciddi
müdahaleleri oldu o albüme. Kaset dönemiydi ve süre tutsun diye bazı parçaların
bazı yerleri atıldı. Şarkının finaline ağır bir emek dökülmüş ama final direkt
makaslanmış mesela. Üzülmüştüm. Ama ilk albümden sonra zaten Raks Müzik
satıldı, ardından ’99 depremi oldu ve ben bir anda ortada kalıp bütün
projeleri, atacağım her adımı kendim yönlendirmek zorunda kaldım.
Prodüktörlüğümü kendim yapmaya başlamam bir nevi mecburiyetten oldu yani.
YHT: Ya ilk albümden sonrası?
BG: İkinci albüm belli bir yere kadar Amerika’da yapıldı.
Amerika’da yaşayan Melik Yirmibir, Ara Dinkjiyan, Arto Tunçboyacıyan gibi
dünyaca ünlü müzisyenlerin olduğu çok önemli bir proje oldu o. Sekiz-dokuz
şarkısı bittikten sonra Erol Köse devraldı o işi. O dönem ortağı olan Erhan
Güleryüz’ün birkaç şarkısını ilave ettiler albüme. “Biz Aşkı Meleklerden
Çaldık” o albümdeydi mesela. Yani bir yerine kadar işin prodüktörü bendim.
Türkiye’de sanatçıların kaderi gibi aslında bu. İster istemez şartlar
değişebiliyor, prodüktörün varken yok olabiliyor, şirket varken yok olabiliyor.
Kendi kendine inanarak yola çıktıysan, kendini bırakmıyorsan, o yolu sen tek başına
sürdürmek zorunda kalıyorsun. Tabii ki albümlerin içeriğine, aranajörlere,
oradaki enstrümanlara, çalış şekillerine kadar yorum yapma, fikir beyan etme
durumunda kalıyorsun. Her albümümün her safhasında, tasarıma kadar içinde
olmaya çalışıyorum. Bu benim zevkle yaptığım bir şey. Ama her şeyi bu kadar
üstüme almaya çalışmam bir yerden sonra beni yormuştu ve ben bir tek “Gül
Kokusu” albümünde bunu yapımcım Samsun Demir’e bıraktım. Yıllardır o kadar
yoruldum ki, “Bu albümde sen karar ver, sen yönlendir,” dedim. Bir tek o
albümde benim söz-bestem yoktur mesela.
YHT: Kimse sorsam sadece kendisiyle yarıştığını söyler ama sektörde bir rekabet vardır aslında. Siz neresindesiniz bu rekabetin?
BG: Pop piyasası içerisinde rekabet içerisinde olunabilecek
ciddi bir durum yok ne yazık ki, keşke olsaydı. Daha değişik tarzlarda, mesela
“rock” müzikte hem bir rekabet var hem de çok güzel arkadaşlıklar var. Bizde
hem rekabet hakkaniyetli ve adil değil, hem de hiç kimse gerçekten birbiriyle
dost ve samimi değil. O yüzden ben kendimi o güruhtan ayrı tutmaya çalışıyorum
hep. Mümkün olduğunca çıkarlarımı göz önünde bulundurmadan yaşamaya
çalışıyorum. Her anlamda… O yüzden de çok fazla dostluk, arkadaşlık,
birileriyle bağlantıda kalmak gibi bir derdim yok. Benim dostluğumu kazanmak
isteyenin kendi adım atması gerekiyor bana doğru. Ben o adımları attım
zamanında. Gelen geldi, gelmeyen gelmedi. Orada da anladım biraz işin
gerçeğini. Sanatçının dostu olmaz gibi bir genelleme asla yapamam. Sadece bizim
pop dediğimiz kültürün içerisinde olaylardan çok düşük ruhta ilerliyor ve ben o
düşük ruhun içerisinde kendimi sokmak istemiyorum. Ortak bir pasta var ve ben
de ondan bir dilim alıyorum gibi bakmıyorum kendime. Yıllardır kendi pastamı
yapıp onun kat kat kat büyüten biri olmaya çalışıyorum.
Açıkçası ilk yıllar gerçekten rakibim olarak görebileceğim,
saygı duyduğum insanların olduğu ve ibret alacağım örneklerin umurumda bile
olmadığı dönemlermiş diye düşünüyorum. Şu an… Şimdi öyle bir laf söyleyeceğim
ki “rakibim yok” demişim gibi anlaşılacak (gülüyor.) Öyle değil ama şu an
kendimi birileriyle rekabet içinde görebileceğim bir pop piyasası yok. Ben
ancak totale kimler hitap ediyor, dijital dünyada 250-300 milyon tıklanmalar
var, bunların hangisi gerçek, gerçekse bunları kimler dinliyor onlara
bakıyorum. O dinledikleri şeyi çekici kılanın ne olduğunu, neden onu
dinlediklerini görüyorum. Bence son zamanlarda insanların hakikaten kafa
dağıtmaya çok ihtiyacı var mesela. Ben kafa dağıtmak istesem ne yaparım diye
düşünerek çıkardığım beste ve sözler var. Başkalarından bana öyle şarkılar
gelmiyor ya da gelenler benim okuyabileceğim türden olmuyor.
YHT: Hasetlik anlamında değil ama olumlu manada mesleki kıskançlık
duyduğunuz, “ne güzel işler yapıyor” dediğiniz birileri vardır mutlaka?
BG: Çok samimi cevap vereceğim: Sertab Erener. Sertab Erener’le
ses olarak çok kıyaslandığımız bir dönem olmuştu. Her zaman saygı duyduğum bir
isim ama apayrı renklerimiz vardı ve dinleyenlerimiz de bunun farkındaydı
aslında. Şebnem Ferah’ın yaptığı albümler ilgimi her zaman çekmiştir, ne yapmış
diye merak etmişimdir. Ama kıskançlık duygusu derseniz, belki Sezen Aksu’ya
karşı olmuştur. O kadar güzel sözler yazıyor, öyle besteler yapıyor ki
sinirlerim bozuluyor yani. “Niye ben bunları yapamadım, daha mı fazla
yaşanmışlık gerekiyor, daha mı acı çekmek lazım bunları yazabilmek için, nasıl
bir şeydir bu?” filan diye onun yazdığı şarkıları çok kıskanmışımdır. Yorumcu
olarak kendimi yetersiz bulmadığım için kıskandığım biri yok.
BG: Tabii ki olabiliyor. Genelde Sezen’in şarkı verdiği
kişilerin işleridir onlar. Yine Sezen vardır yani o işin altında.
YHT: Neden hiç Sezen Aksu’yla kesişmedi peki yolunuz?
BG: Ben de onu çok merak ediyorum. En son “Ay Şahit” albümü için
gittiğimde hızlı bir şarkıya ihtiyacım vardı. O da o dönemde “Hızlı bir şey
yapamıyorum bu ara benden çıkmıyor,” demişti. Denk gelmedi. Ben istemediğimden
değil. Kaç kere ziyaretine de gitmişimdir. Sezen Hanım’ın kapısında yatanlar,
kapıdan girip bacadan çıkanlar sonunda başarılı oluyormuş diye duydum hep ama
ben öyle yapmadım hiç. Öyle bir mizacım yok. Çiçeğimle giderim, saygımı,
sevgimi, samimiyetimi her zaman gösteririm. Ama insanların üzerinde çok baskı
yaratmayı sevmiyorum. Daha naif biriyim. O yüzden denk gelemedi diyelim. Ya da
belki bana yaptığı bir şarkıyı bir başkası kapmış olabilir, bilmiyorum.
YHT: Müzik yapmak için doğru ülkede yaşadığınız düşünüyor musunuz? “Yurt dışında yaşasaydım başka bir yerde olabilirdim,” der misiniz zaman zaman mesela?
BG: Tabii ki kesinlikle olurdum. Benim babam sahnede Türkçe pop
parçalarını çok güzel çalar ve söylerdi ama çok da iyi bir caz gitaristiydi
aynı zamanda. Özellikle yabancı plaklarla, dünya çapında müzisyenlerin,
solistlerin, grupların plaklarıyla büyümüş biri olarak ciddi müzikalite ve
altyapıyla geçti çocukluğum. Dünya çapında her şeyi dinledim; babamın öyle bir
arşivi vardı çünkü. Dünya müziğini takip eden bir babayla büyümüş bir çocuk
olarak tabii Türk pop piyasası bana sığ geldi. Caz söylüyordum, yabancı
şarkılar söylüyordum. Ama Türkiye’de doğmuş birisi olarak o ideali bir kenara
bırakıp başka bir ideale yöneldim ve ilk albümümü yaptım. Belki İstanbul’a daha
önce gelip, biraz birilerinin vokalistliğini filan yaparak pişseydim, kurtların
içinde kuzu gibi olmasaydım, biraz daha değişik bir ilk albüm hazırlardım.
Biraz daha tecrübeli olurdum diye düşünmüşümdür bazen ama o tecrübeyi de ilk
albümle beraber yaşamakmış nasip.
YHT: Son yıllarda müzik sektörü ciddi bir değişim geçirdi. Bu değişime
adapte olmakta zorlanıyor musunuz?
BG: Ben aslında adapte olmakta hiç zorlanmayan biriyimdir. Ama
daha çok ülkemizdeki piyasa şartlarının sürekli, hiç beklenmedik bir şekilde
değişmesinin, istikrarsız koşullar içerisinde kalmanın ve bu ihtimallerin her
an var olmasının bizlerde korku ve moral bozukluğu yarattığını düşünüyorum. O
yüzden bir panik var. Herkes her işi yapmaya çalışıyor. Kimilerinin hayatında
hiçbir zaman çalışmayı seçmeyeceği insanlarla sırf para kazanabilmek, çocuğuna
ekmek götürebilmek için çalıştığını görüyorum ben. Bir yere kadar buna tolerans
gösterebilirim ama ben nasıl bazı konularda taviz vermediysem, mesela yıllardır
barlarda çıkmadıysam, birlikte çalıştığım insanların da bir duruşları olsun
istiyorum. Bizim ülkemizde pop müzikte gerçekten sanatçı duruşu olan, sanat
yaptığına inandığım, ilham alarak kendi yoluna dönen, kendini geliştirmiş çok
az insan var. İnsanlar bir Sezen Aksu, bir Ajda Pekkan olamadıkça, onların
zorlamaları oluyorlar. Sezen Aksu gibi şarkı yazmaya çalışan bir sürü şarkı
yazarı var ama çok belli zaten, “Sezen gibi yazmaya çalışmış,” diyorsun
dinlediğinde. Eğer bana bunu bu kadar çok hissettiriyorsa zaten aslını
yaşatıyor demektir. Taklitler aslını yaşatır. Bu da bugüne kadar ilham aldığın
şeyler sana seni buldurmamış demektir. Bunu herkeste görüyorum. Aranjöründe,
söz yazarında… Hep bir taklitten öteye geçememe durumu var.
YHT: İşinizi yaparken başkalarının söylediği şeyleri ne kadar dikkate
alırsınız? Kimlere danışırsınız?
BG: O çok değişebiliyor.
İnsanların zaaflarını okudukça hangi soruyu kime sormam kime sormamam
gerektiğini görebiliyorum. Mesela bazen stüdyodaki bir ses teknisyeninin o
işten hiçbir çıkarı olmadığını görüp “Nasıl geliyor sence?” diye ona
sorabiliyorum. Ben zaten baskın bir insanım. Aranjörün de baskınlığını korumak
istediğini hissedersem ona soru sormuyorum. Egolar devrede olmasın istiyorum
çünkü. Benim baskınlığım tamamen işin iyi gitmesi için; kişisel ego tatmini
değil. Ama karşı taraf bunu fark edemeyebiliyor.
YHT: Birlikte çalışacağınız insanları siz mi seçersiniz?
BG: Mutlaka. Hele son yıllarda oldukça fazla insan eledim.
Kimlerle çalışmam gerektiğini, nasıl bir ortamda, nasıl mutlu olduğumu daha iyi
biliyorum tabii şimdi. İlk zamanlar öyle değildi. İnsanların yaptığı işi
sahiplenmesi benim için en önemli şey. Ama bu da kişiden kişiye göre değişiyor.
Kimine göre o kadarı sahiplenmek zaten ama bana göre o değil. Ben çok uzun
yıllardır bu işin içinde olduğum ve çok değişik insanlarla çalıştığım için
sahiplenme kavramının neyi içerdiğini biliyorum. Ama karşımdaki bilmiyor çünkü
benim yaşadığım şeyleri yaşamamış. Son yıllarda pop piyasasında işin çok fazla
ticarete döküldüğünü gördüğüm için biraz kendimi geri çektim. Tekli yapmak
besteci ve aranjörlere bir albümü ya da albümdeki birkaç şarkıyı teslim etmeden
önce deneme yapmak açısından iyi oluyor. Tekliler yaparak ufak ufak farklı
müzisyenlerle tanışmalar, bakışmalar, flörtleşmelerimiz oldu. Albüm biraz daha
uzun bir yolculuk tabii. O esnada kimlerle yola devam edebileceğimi henüz
bilmiyorum. Gözlem yapıyorum şu anda.
BG: İkisi bir arada gayet güzel yürüyor. Hatta doğru insan
olunca ikisi birlikte daha güzel yürüyormuş.
YHT: Birini diğeri için geriye çektiğiniz durumlar olmuyor mu?
BG: Tek kavgamız o oluyor zaten Hakan’la. Bazen “Çok iş
düşünüyorsun, ben ihmal ediyorsun,” diyorum. Çok işkolik çünkü. Ben de
işkoliğim ama bir şeyleri yaşayıp gördüğüm için artık sakinleşmişim, daha ağır
takılabilirim. O hırsı bırakmamamı, işime daha da tutkuyla bağlanmamı sağlayan
yine Hakan oldu. Çünkü menajer yorgunlukları başlamıştı bende. Ajda Pekkan der
ya hani “Ajda Pekkan’a hayatı boyunca hizmet eden bir Ajda var,” diye, Burcu
Güneş’e de hizmet eden bir Burcu vardı yıllardır. Ama işte o hizmetten de
yorulmuş bir Burcu vardı. O noktada Hakan’ın varlığı çok önemli. Benim
yorgunluğumu alması, beni desteklemesi…
YHT: Menajer olarak bir tek sizinle çalışıyor, değil mi?
BG: Aksi olamaz; olmamalı da zaten. Ben basın danışmanımın da
menajerimin de bana özel olmasını istedim hep ve çok doğru bir karar verdiğimi
düşünüyorum. Öteki türlü olmuyor çünkü. Hakan istiyorsa her zaman bir şirket
açabilir, ekip kurabilir, hatta ben de o şirketi ortağı olabilirim ama benim
menajerliğim dışında direkt olarak bir başkasının menajerliğini yapması yasak.
Olamaz öyle bir şey. Bozulur o sihir çünkü. O da işini tam yapan bir insan.
Öteki işi de tam yapmak isterken bu tarafı ihmal edebilir. Biz şu an çok güzel
bir denge kurduk, o bozulsun istemem. O konuda bencilim.
YHT: Bundan sonrası için planlarınız neler?
BG: Çok fazla var. Hepsini de sırayla yapacağım inşallah.
Türkiye ile ilgili işler de var, dünya ile ilgili işler de. Hepsini bir sıraya
koydum. İmkânlar elverdikçe yapacağım. Son dört sene beni bayağı bir bileyledi
çünkü yapmak istediğim bir sürü iş vardı ama ülke şartlarından dolayı hepsini
erteledim. Açıkçası biraz hırs yaptım. Ortalık biraz düzelse de şunları da yapsam
artık diye diye kendi kendimle bastırmak zorunda kaldım. Şimdi türkü albümü ile
birlikte sırayla hepsini yapacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder