(Milliyet Sanat dergisi Kasım 2013 sayısında yayımlanmıştır.)
Sene 1982. Orta halli bir ailenin şöhret olmaya hevesli genç ve güzel kızı, bir kast ajansına yazılıp, birkaç reklam çekiminde fotomodellik yaptıktan sonra, ‘arkadaşlarının ısrarıyla’ o dönemde Ilıcak ailesinin sahibi olduğu Bulvar Gazetesi’nin güzellik yarışmasına katılır. Masal bu ya, yarışma gecesinin sonunda başına takılan ‘Türkiye güzeli’ tacı, daha önce evlenip boşanmış olduğu ortaya çıkınca, daha iki gün geçmeden geri alınıverir.
Geçtiğimiz hafta Aloft Otel’in davetlisi olarak Bursa’ya düştü yolum. Kısıtlı zamanda şehri görmek, şöyle bir gezmek kısmet olmadı ama Sade İletişim’in organizasyonuyla gittiğimiz gezi neresinden baksanız ilham vericiydi, çünkü ucunda müzik vardı.
Ağırlıklı olarak Amerika’da olmak üzere, dünyanın çeşitli şehirlerinde hizmet veren Aloft Otel zincirinin Türkiye’deki ilk halkası Bursa’da Mart 2013’de hizmete girmiş. “Neden Bursa?” sorusunu sormadan edemedim haliyle. Aloft’un konsepti bekleneni değil, beklenmeyeni vermek üzerine inşa edilmiş meğer. Şaşırtmak, alışkanlıkları değiştirmek gibi bir iddiaları var. Zaten otel, dekorasyonundan işleyiş biçimine dek, bu hissi yaşatıyor müşterilerine. Tabii bu işin turistik tarafı… Bizi ilgilendiren tarafı ise Aloft’un müzikle olan yakın ilişkisi.
Bildiğimiz otel lobilerine hiç benzemeyen, geniş bir açık alan görünümündeki lobi, aynı zamanda çeşitli müzik etkinliklerine de ev sahipliği yapmak üzere tasarlanmış ki zincirin tüm otellerinde de aynıymış bu durum. Nitekim zincirin yurt dışındaki halkalarında geçtiğimiz yıllarda yapılan etkinliklere bu sene Bursa’daki Aloft Otel de dâhil olmuş. Spotlight Serisi adı verilen ve bir ay sürecek bu etkinlik için, Aloft Bursa Otel’in marka ruhuna uygunluk kriterini gözeterek seçtiği Türk grup ise Multitap olmuş.
26 Kasım akşamı etkinliğin tanıtım ve açılışını da Multitap yaptı. Doğrusu bu ya, otelin “retro” dekorasyonu, genç ve enerjik havasına Multitap’ın müziği çok yakışmıştı. Neresinden baksanız doğru bir seçim gibi görünüyordu. Köpük ve mukavvadan örülmüş bir duvarın ardına saklanmış sahnede gizlice yerini alan grup, her nedense bir şeylere kızmış bir müşterinin kokteyl alanına gelip önce bir masadaki tabakları yere fırlatması, ardından duvarı öfkeyle yıkmasıyla ortaya çıkıverdi. Bunun bir senaryo olduğunu o vakit anladık.
Eğlenceli ve sürprizli gece Multitap’ın şarkılarıyla devam ederken, Aloft’un alâmeti farikası enteresan kokteyller, biberon, şırınga, deney tüpü gibi şaşırtıcı materyaller içerisinde servis edildi davetlilere. Sonra Multitap bize bir ay sürecek etkinlikte neler yapacaklarını anlattı.
Öncelikle ödüllü bir kampanya var. Her hafta Multitap’ın ilan edeceği etiketleri takip edip, konuyla ilgili çektiğiniz kendi fotoğrafınızı internette etiketle birlikte paylaşarak Aloft Bursa Otel’de konaklama fırsatı kazanmak mümkün. Hatta daha da fazlası, Aloft Londra Otel’de konaklama fırsatı da var. Ancak asıl ilgi çekici olanı, Multitap’ın 21 Aralık’a dek gerçekleştireceği etkinlikler. Eğer müzikle ilginiz dinleyici olmaktan öteyse; mesela bir müzik grubu nasıl kurulur, bir beste nasıl yapılır, bir şarkı nasıl kaydedilir gibi teknik konularda bilgi sahibi olmak istiyorsanız Multitap’ın bu konularda yapacağı uygulamalı “work-shop”lar epeyce cazip olabilir sizin için. Tüm bunlar otelin lobisindeki alanda gerçekleştirilecek ve etkinlikler 21 Aralık’ta yine aynı yerde yapılacak Multitap konseri ile sona erecek.
Otel yetkililerinden aldığım bilgiye göre, lobideki müzik etkinlikleri bu kampanyayla da sınırlı olmayacakmış. Amatör müzisyenler, gruplar, haftanın belirli günlerinde lobide açık sahne usulüyle kendi müziklerini icra edebileceklermiş. Keşke Türkiye’de amatör müzisyenlere böyle fırsatlar veren başka mekânlar, oteller de olsa; bu fırsatlar yaygınlaşsa ve hatta otel lobilerinde ‘60’ların meşhur “beş çayı” geleneği yeniden canlansa diye içimden geçirmedim değil.
Bursa’da yaşıyorsanız ya da yolunuz bir sebeple Bursa’ya düşerse, Aloft’a bir uğrayın. Hem farklı bir otel, hem de farklı bir müzik deneyimi yaşamak için.
“LOKUM GİBİ KADIN”
İstanbul’da adını uzun süredir duyduğum, sahnesinden gelip geçen isimleri gördükçe “mutlaka gitmeliyim” dediğim mekânlardan biriydi Frankie. İkisi de çok sevdiğim sesler olan Barbaros ve Evrim Özkaynak zaten uzun süredir haftanın belirli gecelerinde ayrı ayrı program yapıyorlardı Frankie’de. Üstüne üstlük Pazar gecelerinde zaman zaman Neşe Karaböcek, Nükhet Duru, Seyyal Taner, Selçuk Ural gibi “timeless” isimlerin gelip geçtiği de olmuştu Frankie sahnesinden. Hep bir işim çıkmış, bir türlü gidememiştim. Kısmet Selen Servi’yeymiş.
Öncelikle şunu söyleyeyim ki, Nişantaşı’nda City’s alışveriş merkezinin hemen karşısında, Sofa Otel’in en üst katında, 2012 yılında açılan Frankie, canlı müziğin nicedir bar ve meyhane türevi mekânlara hapsolduğu İstanbul gece hayatında adeta çölde bir vaha gibi. Müzik saat 22’de başlıyor; gece kulübü mantığına göre hayli erken ama buna karşın atmosfer tam bir gece kulübü havasında. Yani dikilip durmaktan ayaklarınıza kara sular inmeden, etraftaki kalabalığın bitmek bilmeyen sirkülasyonuna maruz kalmadan ve dahi yüksek volüm nedeniyle işitme kaybı yaşamadan, oturduğunuz yerde içkinizi yudumlarken keyifle müzik dinleyebileceğiniz, dinlediğiniz müziğin tadını alabileceğiniz bir mekân. Dekorasyon, manzara, servis de ona keza. Tabii bunca lüksün bir bedeli var; fiyatlar bir parça yüksek.
Ama bu kadarı sizin için lüks değilse, Frankie’de Selen Servi dinlemek için hiç tereddüt etmeyin. Çünkü çok iyi bir şarkıcı, çok iyi orkestra ve çok iyi bir repertuar var Selen’in programında. Bu üçü pek kolay kolay bir araya gelmez. Birinden biri aksar, işin tadı illa ki bir yerden kaçar. Ama Selen Servi, profesyonel şarkıcılığa popüler müzik kriterleri içerisinde geç sayılabilecek bir yaşta başlamasına rağmen, müziği iyi bilen ve yaptığı işe son derece saygı duyan bir şarkıcı. Caz standartlarından Latin şarkılarına, yabancı müzikle başladığı programını, ‘60’lardan bugüne Türkçe pop ‘hit’leriyle sürdürürken dinleyicilerin damağında sadece “eller havaya” tadı bırakmıyor. Tutup Zuhal Olcay’ın “Yalnızlığım”ını, Nükhet Duru’nun “Beni Benimle Bırak”ını sıkıştırıyor mesela araya. Şaşırtıyor, ters köşe yapıyor, böylece nabzı hep yüksek tutuyor.
Bunlar bir şarkıcı için şarkı söyleyebilmek kadar önemli meziyetler oysa ama pek de sık rastlanmıyor artık. Çünkü gelen herkes eğlenmek, sürekli göbek atmak, hatta mikrofonu şarkıcının elinden alıp kendisi şarkı söylemek istiyor. Herkesin bir “star” olası var ve sahnedeki şarkıcıların işi artık eskisinden çok daha zor. Bu şartlarda kendini dinletebilmekse bugünlerde sahip olunması gereken bir başka meziyet haline geldi ki Selen bunu da bir şekilde başarıyor. Çünkü çok severek söylüyor şarkılarını. Gözlerinden okunuyor bu. Vücut dilinden, yüz ifadesinden anlaşılıyor. Bu coşku izleyene de geçiyor doğal olarak. Geçenlerde Sezen Aksu gelmiş Selen’i dinlemeye ve bir çok övgü cümlesinin yanı sıra “Lokum gibi bir kadın bu,” demiş onun için sahnede. Sezen bu; sözünün üzerine başka söz söylenmez!
EUROVİSİON’A KATILSAK MI, N’APSAK?
Şu Eurovision meselesiyle olan hesabımız bitmedi bir türlü. Geçen yıl TRT’nin aldığı sürpriz kararla yarışmaya katılmadık. Puanlama sistemini protesto ettiğimiz söylendi ama işe sıradan bir izleyiciden biraz daha fazla vakıf olanlar aslında neyi protesto ettiğimiz, niye ettiğimiz, neden şimdi ettiğimiz sorularına hâlâ cevap bulabilmiş değil. Sanki protesto bahane de biz başka bir şeylerden kaçı(nı)yoruz gibi. Mesela Bonomo’nun katıldığı sene Malta’ya kadar gidip bize oy versinler diye türlü numaralar yaptığımızı TRT Genel Müdürü kendi ağzıyla anlattı TRT’nin Eurovision toplantısında. E Azerbaycan’a her yıl 12 puan verdiğimiz de gün gibi ortada. Yani bu ayak oyunlarına, politik puan hesaplarına bizim de karıştığımız bir sır değil. Hal böyleyken bu protestonun haklılığına gölge düşmüyor mu biraz? Neyse… Konumuz o değil zaten.
Geçtiğimiz günlerde TRT Haber kanalında yayınlanan 1000 Kişiye Sorduk adlı program için benden uzman görüşü istediler. Ben de dilimin döndüğünce anlattım düşüncelerimi. Enteresan bir programdı zira ülkenin 12 farklı şehrinde profesyonel bir araştırma şirketi olan Pollmark tarafından 1123 kişi üzerinde yapılmış anketlerden elde edilen sonuçlar doğrultusunda hazırlanmış bir çalışmaydı. Yani biz oturduğumuz yerde konuşup duruyorduk ama aslında sokaktaki insan ne kadar ilgiliydi bu yarışmayla, ne kadar önemsiyor; mesela katılmamız ya da katılmamamız onun gözünde ne kadar önem taşıyordu? Acaba hiç oy kullanmış mıydı mesela herhangi bir ülke için? Doğrusu bu soruların cevapları, bir müzik yazarı ve bir Eurovision meraklısı olarak benim ilgi alanımın tam da ortasındaydı. Cevapları, daha doğrusu anket sonuçlarını öğrendim ve aynı soruları benim için yeni bu bilgiler ışığında cevaplamaya gayret ettim. Ortaya şöyle bir şey çıktı, buyurun izleyin.
…mı sahiden? Bence yapmadı. Yazının başlığı yanlış. Şöyle desek daha doğru olur belki: “Bu yaz hit olsun diye ne çok şarkı yapıldı!” İşte DMC’nin büyük umutlarla piyasaya sürdüğü “Pop Yaz 2013” albümü elimde. İsim böyle iddialı olunca, yıllar sonra bu albümü çekip çıkardığınızda koyduğunuz raftan, dinlediğiniz şarkıların size 2013 yazını anımsatması lazım. Hani gittiğiniz deniz kenarında, yazlık mekânlarda, kulüplerde, radyolarda, televizyonlarda hep aynı şarkıları duyarsınız da, o yılın yaz aylarının hatıralarına fon müziği olur o şarkılar. Zaten sektördeki bütün çaba da bu yüzdendir. Her yaz başı çalışırlar, didinirler, sonra da boca ederler üstümüze yazlık şarkıları.
Bu yaz başı Gezi meselesi gündemi bir ay boyunca kilitleyince, yazlık şarkılar da biraz geç servis edildi haliyle. Birikti birikti ve birden taşıverdi. Ortalık yaz şarkısından geçilmiyor bu ara. Hepsinin iddiası yaza damgasını vurmak. “Pop Yaz 2013” albümü de bu gayedeki şarkıların arasına birkaç kıştan kalma şarkının da sıkıştırılmasıyla kotarılmış, kapağından da anlaşıldığı üzere bikiniyle bile rahatlıkla dinleyebileceğiniz ‘sıcak” bir albüm. Ama ne?..
Ajda Pekkan’ın Ozan Çolakoğlu’nu “featuring” ettiği yeni “hit” adayı şarkısı “Ara Sıcak”, geçtiğimiz günlerde önce dijital tekli olarak servis edilmişti. Artık “aranjör” tabir ettiğimiz müzisyenler şarkıları düzenlemekle kalmıyor, kliplerde de boy gösteriyorlar; böylece “featuring” gerçekleşmiş oluyor. Hatta genellikle aranjör şarkıcıyı “featuring” ediyor ama burada söz konusu şarkıcı koskoca Ajda olunca, tersini yazmışlar haklı olarak.
“Ara Sıcak” söz ve müziği Gülşen’e ait bir şarkı. Gülşen yine pop şarkıları lügatine pek fazla girmemiş kelimelerden devşirdiği şarkı sözlerini, akla kolay mıhlanacak bir melodiyle eşleştirip, hesaplı kitaplı bir “hit” yapmış. Ozan Çolakoğlu da nicedir sardırdığı İsveç usulü “sound”la güzelce soslamış elindeki malzemeyi. Sunan da Ajda olunca kimsenin bir itirazı olmayacağı düşünülmüş. Buyurun size kafadan bir yaz “hit”i!
Ama değil sanki. Niye mi? Bir kere bırakın yazını kışını bir kenara, şarkı başladığı gibi “jazzy” bitse (ki ilk dinlediğimde öyle olacak sanıp pek heyecanlanmıştım) fevkaladenin fevkinde bir şey olabilirmiş. Dinleyeni şaşırtmakla kalmaz, Ajda’nın farkını da ortaya koyar, herkese parmak ısırtırmış. Ama o kısım sadece 40 saniye sürüyor ve sonrasında şarkı adeta şaha kalkıyor, bir daha da inmiyor. Müthiş bir koşturmaca, bir kafaya çakma çabası, yorucu bir tekrar döngüsü…
Şarkı bir “Yakar Geçerim” değil. Olacağını da sanmam. Ne sözler ne de melodi, öyle herkesin bir arada bağır çağır eşlik edeceği türden. Yani “tiki” tabakadan ve Ajda ne yapsa sevengillerden gayrisini ne kadar yakalar, ne kadar dolaşımda kalır, şüpheliyim. Klip yayına girince şarkı ister istemez bir ivme gösterecektir ama yine de kıyametler koparacağını sanmıyorum.
Ha bir de neden şarkı boyunca Ajda koro halinde söylüyor onu anlamadım. Sesi yeterince güçlü olmayan kimileri için yaparlar bunu. “Duble” dediğimiz şey de değildir, yani kendi sesiyle iki üç kez söylememiştir şarkıcı, o ikinci, üçüncü kez söyleyenler başkalarıdır. Çok dikkat ettim, burada da öyle bir durum var. Ajda’ya başından sonuna birileri eşlik ediyor şarkıda (hatta o biri Gülşen olabilir.) Neden?.. Bilmiyoruz!
Albümde hemen bu şarkının ardından gelen “Yatcaz Kalkcaz” gerçek bir “hit” mesela. İlk dinleyişte hissediliyordu bu. On yıl sonra da çalınsa bir yerlerde, insanlar kalkıp dans eder, eşlik eder. O, yerini buldu.
Murat Boz’un ilk kez Türkiye Müzik Ödülleri gecesinde lanse ettiği yeni şarkısı “Vazgeçmem”in Boz için doğru bir şarkı olduğunu daha önce de yazmıştım. Son albümündeki şarkılar onun kariyerini başka bir yöne doğru götürmek üzereydi ki bu şarkıyla toparlandı, tekrar “star”lığa oynamaya başladı. Bu arada epeyce gırgır konusu yapılan fiziğini de forma soktu ki geç bile kalmıştı. Şarkının dijital teklisinde iki versiyon vardı. Ben birinciyi yeğlerim ama bu albüme ikincisi konulmuş.
Gülben Ergen de bu sene yazı kaçırmak istemeyenlerdendi. Hazır bir önceki teklide “rocker” imajına bürünmüş, şimdilerde de saçı başı Justin Bieber şekli şemailine getirmişken, bu ‘genç’ işi yoldan yürümeye devam etmemek olmazdı elbette. O da öyle yaptı ama "Sen" adlı şarkının teklisi Mayıs ayında yayımlanınca haliyle Gezi dalgasına çarptı. O yüzden klip geç servis edildi ve şarkının orijinal versiyonu “Pop Yaz 2013” albümüne konuldu. Meraklısı için söyleyeyim, teklide şarkının 5 farklı versiyonu daha var. Hani doyamaz da değişik değişik dinlemek isterseniz, aklınızda bulunsun.
Söz ve müziği Mert Ekren’e ait bu şarkıyı başka kim söylemiş olsa, “Ama bu bir Gülben şarkısı” diyebilirdik. O derece bir Gülben şarkısı. Onun kalbi pamuk gibi, ondan düşman olmaz ve hatta o kimseye kızamaz. Gülben Ergen’i Twitter’dan azıcık takip ettiyseniz kapılacağınız izlenim zaten bu. E o da bunun şarkısını yapmış. Fena mı? Değil. “Hit” mi?.. Gülben için evet.
Albümde bu yazın üç “Sultan Süleyman”ından biri olan Hüseyin Karadayı feat. Ferhat Göçer stili “Sultan Süleyman” da var. Tekli için bir şeyler yazmıştım. Burada yinelemeyeyim. Ama yeri gelmişken hakkında bir şey yazmadığım üçüncü “Sultan Süleyman”dan bahsedeyim biraz. Şarkının dört farklı versiyonun bulunduğu bu tekli Catwork imzası taşıyor. Catwork, İzmirli iki “remix engineer”ın (kendileri öyle tabir ediyorlar) oluşturduğu bir “remix team” (bu da onlara ait bir tanım.) Baran Akın ve Burak Keskin’den kurulu Catwork, özellikle “remix” işleri sevenlerin zaten internette uzun süredir takibe aldığı bir ekip. Hatta “Sultan Süleyman” da ilk internette duyulmuştu. Catwork ayrıca sahne performanslarıyla da tanınıyor.
Şarkıyı yine İzmirli bir müzisyen olan Funda Öncü seslendirmiş. İyi bir ses ama yine bir orkestra şarkıcısı tarzı, bir parça İngilizce vurgular taşıyan bir şarkıcılık tekniği duyuyoruz. Tabii “remix”in doğası gereği tempo da yüksek olunca, şarkının ‘ruhuna el Fatiha’ durumu var yine. Buna karşın ‘Hüseyin Karadayı feat. Ferhat Göçer mi, yoksa Catwork mü’ diye sorarsanız, ikincisi derim. Hem “remix” işçiliği, hem de solist performansı açısından böyle bu. Ama ‘şarkıyı kimden dinleyelim’ diye sorarsanız, Sezen’den bile önce Mabel Matiz derim. (“Kusura bakma Sezen” yazmıştı geçen birisi Twitter’da. Bence de bakmasın.)
Tekrar albüme dönüyorum ve sıradaki “cover”la devam ediyorum. Ceceli’ye o kadar çok 2000’li yıllar Erol Evgin’i imasında bulunduk ki, korkarım eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürdük (bu bir deyim elbette, Ceceli ve yapımcısını tenzih ederim.)Bu defa etrafında dolanmamış, doğrudan bir Erol Evgin şarkısını yeniden söylemiş Ceceli. Hem de en enine boyuna Evgin “hit”lerinden birini. Çünkü neden? Çünkü “Es” albümünde yazı sallayacak tempoda şarkı yoktu. “Aman”a klip çekip romantik hedef kitleyi de memnun edelim derken araya “Söyle Canım”ın sıkışmasının başka açıklaması yok. Kaldı ki şarkı zaten bir “hit” klasiği. Üzerine bir şey koymayın, alın aynen söyleyin yine olur. Bir de futbol göndermeli bir klip çekerseniz, “bakın bu aynı zamanda bir tribün slogan şarkısıdır”ı da gözümüze sokarsınız; bir taşla kaç kuş siz hesap edin.
Olmuş mu? Olmuş. Ceceli sevenleri memnun eder mi? Eder; hem de çok. Ama hepsi bu. Ben bin yıldır bu şarkıyı bilen ve dinleyenlerden olduğum için fena halde rahatsız olabilirim belki ama şarkıyla yeni tanışacaklar için belki de durum o kadar da fena değildir. Ne bileyim… (Ceceli “fan”larından korkuyorum evet; elimden geldiğince yumuşak yazdım.)
Unutmadan şunu da söyleyeyim; şarkının dijital teklisinde tek versiyon vardı ama bu albümde bir de Sinan Ceceli imzalı ikinci versiyon var.
“Pop Yaz 2013” albümünde bir tane de “previously unreleased” (daha önce yayımlanmamış) şarkı var ki, o da Nil Karaibrahimgil’in bir eseri (“eser” kelimesi pop şarkılarına hiç yakışmıyor değil mi?) Ben Karaibrahimgil’in henüz eskimemiş son albümünün daha fazla “hit” çıkarmasını beklerdim ama hemen hiç çıkarmadı. Bazı isimler hakkında zaman içerisinde edindiğimiz sevimsiz yargılar, ürettiklerinin önüne çıkabiliyor bazen. Hele bir de Gezi gibi bir turnusol kağıdı sınavından geçtiysek hep beraber -ki geçtik. (Geçenlerde birisi bana “politik görüşlerinizi müzik eleştirilerine karıştırmayın” diye yazdı. Okuyorsa beni bağışlasın. Politik biri hiç olmadım. Duyarsız biri de.)
“Senden Başkasının Yanında” söz ve müziği Nil Karaibrahimgil’e ait. Zaten bunu anlamak için kartonete bakmaya gerek yok. Hafif “western” esintili, bir parça Alman karnaval şarkılarını anımsatan, ama en çok da izci marşlarına benzeyen “kompleks” bir eser. Parlak bir fikir mi bilmem ama bundan şahane bir reklam şarkısı olabilir. Olur da Karaibrahimgil’in ve eşleri beyefendinin aklına gelmez diye söylüyorum.
Albümün bundan sonrası daha önce hakkında bir şeyler yazdığım albümlerden devşirilmiş, nispeten eski şarkılardan oluşuyor. “Gül Kokusu”na çok bayılmamıştım ama her yerde çok fazla çalındığını duydum bu yaz; hakkını yemişim, kabul ediyorum. “Yaralı”yı zaten sevmiştim, o da zaten almış yürümüştü. Mustafa Sandal’ın DMC’ye transfer olduktan sonra muhtemelen “ara tekli” olarak yaptığı “2 Tas Çorba”, önceden de “hit” olmamıştı, bu yeni haliyle de değil. Sadece ‘90’lardaki Mustafa Sandal’a (2 değil) 1 tas çorba sıcaklığında bir selam olabilirdi ki, öyle olmuş. Kenan Doğulu’nun “Bal Gibi”si değil de bu albümden hemen sonra piyasaya çıkan “Kız Sana Hayran”ı albüme girseymiş daha iyi olurmuş diye düşünmedim değil.
Kenan Doğulu (pek tabii ki) feat. Ozan Doğulu teklisi “Kız Sana Hayran”, bunca zorlama “hit” adayının arasında, gerçekten “hit” olma potansiyeli en yüksek şarkı. Evet iki kardeş oturup buna çalışmış. Evet, onlar da hesap kitap yapmış, hatta her cümleyi öyle yerleştirmişler şarkıya. Müziği de “ilimizden yöremizden Anadolu ezgileri” tadında harmanlamışlar üstüne üstlük. Kaldı ki “ben sana hayran, sen cama tırman” edebiyatından senelerdir bir türlü vazgeçemediği için Kenan Doğulu’yu en çok eleştirenlerden biri de benim. Ama bu şarkının dokusunda eğreti durmamış. Tıpkı “Yatcaz Kalkcaz” gibi bir espri, bir ironi var orada. Bir de eğlenceli üstelik. Bir yerde çalınsa, hoplar zıplar eşlik ederim. Kulaklığımı takıp tekrar tekrar dinlemem, CD’yi çala çala eskitmem, o ayrı. Ama şarkı şimdiden tuttu, daha da tutar, benden söylemesi.
Yaz demişken Hande Yener’i de ihmal etmemek lazım. “Kraliçe” albümünü rafa kaldırıp “Ya Ya Ya Ya” teklisiyle yeniden uçuşa geçen, bu sırada da uzun süredir onu aşağı çekmekte olan safralarını da atıveren Hande Yener’e bu şarkının iyi geldiğini söyleyebilmek mümkün. Ben hâlâ “Ya Ya Ya Ya”nın bir “hit” olduğunu düşünmüyorum. Güzel, akılda kalıcı, tekrara dayalı, eğlenceli bir pop şarkısı ve uzun süredir Hande Yener’den duyduğumuz tuhaf şarkılardan sonra bunu haliyle sevdik. Ama kabul edelim, bir “Kırmızı” ya da “Romeo” değil. Yine de “Ya Ya Ya Ya” misyonunu yerine getirdi ve Hande Yener zevahiri kurtardı, yazı yakaladı. Umarım bu yolda devam eder ve bir daha asla “Kraliçe” çizgisine geri dönmez.
Bu arada şarkının 5 farklı versiyonun bulunduğu teklinin “Kraliçe” albümüyle birlikte aynı pakette satışa sunulması albümün satmadığının bir göstergesi olabilir mi? Kızmayın hemen, sadece sordum.
Bir de son olarak bu yazın sürprizlerinden birini sıfır kilometre bir ismin yaptığını söylemek isterim. İrfan Özata’dan bahsediyorum, evet. Hem çok eğlenceli, hem çok akılda kalıcı iki şarkı var Özata’nın “Yanlış Fotoğraf” adlı teklisinde. “Yanlış Fotoğraf” zaten her yerde çalınıyor bir süredir. Diğer şarkı “Lafın Tamamı” da dolaşıma girer bir süre sonra.
Her iki şarkının da sözleri Gökhan Şahin’e, bestesi Özata’ya ait. ‘90’lardaki Levent Yüksel’i anımsatan, enerjisi yüksek ve dinleyeni kolay yakalayan sesiyle İrfan Özata beni ilk dinleyişte etkisi altına aldı. Özellikle “Yanlış Fotoğraf”ın Ozan Bayraşa imzalı düzenlemesi hem çok müzikal açıdan çok yerli yerinde hem de fevkalade kan kaynatan cinsten, pek ticari. Bu iki ucu dengede tutmak zordur bilirsiniz. Hele ki müzikte dirsekleriniz henüz çok çürümemişse.
İrfan Özata ismini pop kategorisinde ‘en iyi çıkış yapanlar’ listesinin en üstüne yazdım şimdiden. Okuyucularım size söylüyorum, Kral TV sen anla.
(28 Ekim 2013 tarihinde Milliyet Sanat dergisi internet sitesinde yayımlanmıştır.)
Türk müzik geleneğinin hiç alışık olmadığı çok sesli vokal tekniği, yıllar boyu bir takım korolar tarafından icra edilmesine ve tek kanallı televizyon tarafından da desteklenmesine rağmen, çok fazla rağbet görmedi. ’60 ve ‘70’li yıllarda kimi grupların da denediği bu tekniğin popüler müzikte en fazla iz bırakan örnekleri ise ‘80’lerde karşımıza çıktı. Beş Yıl Önce On Yıl Sonra, Mazhar-Fuat-Özkan ve Grup Gündoğarken çok sesli vokal tekniğini kullanan gruplar olarak popüler müzik tarihine yazıldılar. Buna karşın özellikle sahnede icra etmesi hayli zor olan ve profesyonellik isteyen bu tekniğin bugünlerde de çok fazla icracısı yok. İşte ismiyle müsemma 4 Vokal, bu eksiği kapatmaya aday bir vokal grubu. 4 Vokal’in ilk albümü “Yolculuk”, geçtiğimiz günlerde We Play etiketiyle yayımlandı.
Uzun yıllar önce hayata geçen ve Boğaziçi Üniversitesi kökenli olan bu projenin nihayet bir grup olarak karşımıza çıkması Haluk Polat ve Barış Bahçeci’nin çabalarıyla gerçekleşmiş. Grupta ise Barış Bahçeci, Ezgi Bektaş, Ayda Tangüner ve Devrim Ünay yer alıyor (Bahçeci’yi Baem grubundan da tanıyoruz bu arada.) Dört ayrı ses renginin bu çerçevede bir araya gelmesi ve yıllardır kulağımızın alışkın olduğu şarkı ve türkülerin başka bir formda seslendirilmesi neresinden baksanız kulağa hoş geliyor. Nitekim daha dinlemeden sempati duymuştum gruba. Dinleyince de hayal kırıklığı yaşamadım.
Bir kere gruptaki dört farklı sesin yarattığı uyum kusursuz denebilecek kadar iyi. Daha ziyade akademik seviyede kalmış ve dinleyici nezdinde aman aman ilgi görmemiş çok sesli korolar düşünüldüğünde (ki o korolar da genellikle halk türküleri seslendirirdi) bu projenin o düzeyde kalması gibi bir risk de ihtimal dahilindeydi ama 4 Vokal bunu aşıp, kendini dinletebilen bir grup olmayı başarıyor. Bunda grup üyelerinin performansı kadar yer yer esprili, eğlenceli ve buna karşın müzikalitesi yüksek düzenlemelerin de büyük etkisi var tabii. Albüm şeker şurup kıvamında akıp gidiyor ve dinleyiciye düşen her bir şarkının/türkünün tadına varmak oluyor. Bu noktada belki şu eleştiriyi getirmek gerekebilir: Albüm repertuarının büyük kısmı çok fazla söylenmiş, dinlenmiş, “rock”tan popa her yoldan geçirilmiş türkülerden oluşuyor. Neredeyse tamamının anonim olduğu düşünülürse bunun sebebi ekonomik bir zorunluluk da olabilir. Ama keşke “Tutti Frutti” gibi farklı denemeler daha çok olsaydı diye düşünüyor insan ister istemez.
Basın bülteninden anladığım kadarıyla projenin misyonu türküler ve halk şarkılarının evrenselliğini vurgulamak üzerine inşa edilmiş ama 4 Vokal bundan çok daha fazlasını yapabilecek kapasitede bir grup; hem vokalleri hem de arkasındaki müzisyen tayfası itibarıyla. Mesela 4 Vokal’e en yakın emsal gösterebileceğimiz Beş Yıl Önce On Yıl Sonra (ki o da 2 erkek 2 kadın vokalden kuruluydu), yola ’60 ve ‘70’lerin pop şarkılarını söyleyerek çıkmış, ardından özgün besteler, alaturka, tango, türkü ve hatta arabesk gibi denemeler de yapmışlardı. O günlerin meşhur şarkısı “Mavi Mavi”yi onlardan dinlemek gayet ilgi çekiciydi mesela. Neden 4 Vokal de sözgelimi “Ankara’nın Bağları”nı ya da “Şıkıdım”ı söylemesin? Böylesi hem albüm hem de sahne performansları için daha ilginç olabilir ve bu sayede hedef kitle çok daha genişletilebilir. Zira grubu sahnede de izleme fırsatı buldum ve 4 Vokal’in izleyiciye enerjisini geçirebilen bir grup olduğunu bizzat gördüm ama mevcut repertuar enerjilerini biraz kısıtlıyor gibi.
Yeşim Dizdaroğlu’nun nefis illüstrasyonlarıyla bir hikâyesi olan, şık bir kartonet tasarımı oluşturulmuş. Albümün sıcaklığını, grubun ve ekibin dört bir yandan derlenmiş halk şarkılarına İstanbul’dan bakışını da çok doğru resmediyor bu kartonet. Neresinden baksanız, bugünün şartlarında oldukça cesur bir proje bu. Emek veren herkesi tebrik etmek lazım.
Yavuz Hakan Tok Müzik Yazarı / Eleştirmen / Arşivci
2001 yılında Bir Zamanlar adlı internet sitesinde müzik yazıları yazmaya başladı. Yanı sıra yazıları, Zip İstanbul, Koara, İkinci Kanal, Caretta, Mezun Life, Popüler Tarih dergilerinde, Bugün gazetesi ve Milliyet gazetesinde yayımlandı.